DOLAR 42,4433 EURO 49,3649 STERLİN 56,4180 GRAM ALTIN 5.663,63 BIST 100 10.914,65 BITCOIN $90.956
Facebook TwitterX Instagram YouTube

Arama Haber Code Logo Arama

HABERLER

Cemal Akkuş: Kürtler tuzağa düşmemeli

Giriş: 03.09.2025 10:27
Paylaş
Cemal Akkuş: Kürtler tuzağa düşmemeli

Ortadoğu’daki vekalet savaşları ve PKK/YPG’nin bölgesel etkilerini değerlendiren Türk Dünyası Yörük Türkmen Birliği Genel Sekreteri Cemal Akkuş, analizinde bu sürecin yalnızca bir güvenlik meselesi değil, tarih boyunca tekrarlanan emperyalist tuzakların günümüzdeki en güncel tezahürü olduğunu vurguladı. Akkuş, raporunda Kürtlerin tarihsel bağlarını ve bölgesel stratejik ittifaklarını doğru okumanın, tuzağa düşmemek için hayati önem taşıdığını belirtiyor.

Cemal Akkuş'un yazısının tüm metni şöyle: 

Emperyalist Vekalet Savaşları, Tarihsel Türk-Kürt İlişkileri ve Bölgesel Jeopolitik Sonuçları Üzerine Stratejik Bir Analiz

 

Tarihin Tekerrür Ettiği Coğrafyada Bir "Tuzak" Anatomisi

 

Ortadoğu coğrafyası, büyük güçlerin stratejik hedeflerine ulaşmak için yerel etnik ve siyasi grupları birer vekil (proxy) olarak kullandığı, uzun ve karmaşık bir tarihe sahiptir. Bu stratejinin en tutarlı ve trajik tezahürlerinden biri, Kürtlerin siyasi beklentilerinin emperyalist güçler tarafından sistematik bir şekilde araçsallaştırılmasıdır. Bu rapor, söz konusu vekalet ilişkisini bir "tuzak" olarak tanımlamakta ve bu tuzağın tarihsel kökenlerini, işleyiş mekanizmalarını ve günümüzdeki yansımalarını stratejik bir perspektifle analiz etmektedir. Tarihsel Türk-Kürt ilişkileri, hem derin ittifak dönemlerini hem de ciddi sürtüşmeleri barındıran yapısıyla, dış güçlerin müdahalesi için elverişli zeminler sunmuştur. Günümüzde Suriye ve Irak'ta yaşananlar yeni bir olgu değil, aksine yüz yıllık bir jeopolitik oyunun en son perdesidir.

 

Modern anlamda bir "Kürt Sorunu"nun ortaya çıkışı, çok uluslu imparatorluk düzeninin çöküşü ve bölgeye büyük ölçüde dışarıdan empoze edilen ulus-devlet paradigmasıyla doğrudan ilişkilidir. Ulusal kimlik arayışı ve ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı gibi kavramlar, bölgenin organik yapısına yabancı dinamikler olarak girmiş ve mevcut etnik fay hatlarını derinleştirmiştir. Bu fay hatlarını oluşturan şartların oluşturulmasına katkıda bulunan Batılı güçler, daha sonra aynı milliyetçilik akımlarını kendi emperyalist hedefleri doğrultusunda birer kaldıraç olarak kullanmışlardır. Bu durum, tuzağın temelini oluşturmaktadır: Önce ayrışma şartları oluşturulur, ardından bu ayrışma üzerinden bir vekalet ilişkisi inşa edilir. Bu analizin amacı, bu tarihsel döngüyü ortaya koyarak, Kürtlerin emperyalist güçlerin jeopolitik satrancında piyon olmaktan kaçınmaları gerektiği yönünde güçlü ve kanıta dayalı bir argüman sunmaktır.

 

Bölüm 1:

Ortak Medeniyetten Kopuşun Dinamikleri

 

Türkler ve Kürtler arasındaki ilişkilerin tarihsel derinliği, basit bir komşuluk ilişkisinin çok ötesinde, ortak bir medeniyet ve kader birliği temelinde şekillenmiştir. Bu ortaklık, zaman içinde hem stratejik ittifakların zirvesine ulaşmış hem de merkeziyetçi politikalar ve dış müdahalelerle derin kırılmalar yaşamıştır.

 

Türk-Kürt ilişkilerinin tarihsel temelini oluşturan en sağlam zemin, şüphesiz İslam kardeşliğidir. Malazgirt Zaferi'nden sonra Anadolu'da birlikte yaşayan bu iki halk, özellikle 16. yüzyılın başlarında ortak bir tehdit karşısında kader birliği yapmıştır. Doğudan yükselen Safevi tehlikesi, Şii yayılmacılığı politikasıyla bölgedeki Sünni Kürt beylikleri üzerinde yoğun bir baskı kurmaktaydı. Bu baskı karşısında, dönemin önde gelen Kürt alimi ve siyasetçisi İdris-i Bitlisi'nin liderliğindeki 20'den fazla Kürt beyi, Safevilere karşı Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim'den yardım istemiş ve ona bağlılıklarını bildirmiştir.  

 

Bu çağrı, basit bir yardım talebi değil, stratejik bir ittifak teklifiydi. Yavuz Sultan Selim, başlangıçta Batı'ya sefer düzenlemeyi planlarken, İdris-i Bitlisi'nin diplomatik çabaları ve Kürt beylerinin ortak iradesiyle yönünü Doğu'ya çevirmiştir. 1514'te Çaldıran Ovası'nda gerçekleşen savaşta, Kürt beylerinin askerleriyle birlikte Osmanlı saflarında yer alması, zaferin en önemli faktörlerinden biri olmuştur. Bu zaferle Safevi tehlikesi bertaraf edilmiş ve Doğu Anadolu'nun güvenliği sağlanmıştır.

 

Bu ittifak bir fetih-tabiyet ilişkisi değil, karşılıklı çıkarlara dayalı bir ortaklıktı. Yavuz Sultan Selim, Kürt beylerinin topraklarındaki özerk statülerini tanımış, onların yerel yönetimdeki ayrıcalıklarını korumuştur. Bu sayede Osmanlı İmparatorluğu, doğu sınırlarını yaklaşık 400 yıl boyunca büyük ölçüde barış ve istikrar içinde tutmayı başarmıştır. (İki Türk devletinin savaşması, gelişmelerin bölgedeki Türkmenler üzerine etkisi ayrı bir değerlendirme konudur)

 

Yavuz Sultan Selim döneminde kurulan ve karşılıklı güvene dayalı özerk yapı, 19. yüzyılın başlarında Sultan II. Mahmut'un merkeziyetçi reformlarıyla temelinden sarsılmıştır. İmparatorluğun modernleşmesi ve merkezi otoritenin güçlendirilmesi amacıyla başlatılan bu reformlar, vergi toplama ve idari yetkileri doğrudan İstanbul'a bağlamayı hedefliyordu. Bu politika, doğal olarak, yüzyıllardır devam eden yarı bağımsız Kürt beylik ve emirliklerinin statüsünü zorluyordu.

 

II. Mahmut, ve Sultan Abdülmecid döneminde askeri operasyonlarla Kürt emirliklerinin varlığına son verilmiştir. Yüzyıllardır devam eden ittifak ilişkisi, bir merkez-çevre çatışmasına dönüşmüştür. Benzer bir durum konar  göçer Türkmen beyleri için de geçerli idi.

 

Bu merkezigüçlendirme politikalarına tepki olarak 19. yüzyıl boyunca çok sayıda Kürt isyanı patlak vermiştir. 1806'daki Babanzade Abdurrahman Paşa İsyanı'ndan başlayarak, Ravanduzlu Mir Muhammed, Botanlı Bedirhan Bey ve Nehri Şeyhi Ubeydullah Bey isyanlarına kadar uzanan bir dizi ayaklanma, bölgede istikrarsızlığı derinleştirmiştir. Bu isyanların temel dinamiği, ortadan kaldırılan geleneksel otoritelerini yeniden tesis etme ve merkezi yönetimin müdahalelerine karşı direnmeydi.

 

II. Abdülhamid Dönemi ve Yeniden Tesis Edilen Birlik

 

19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, Osmanlı İmparatorluğu hem iç isyanlarla hem de Batılı emperyalist güçlerin artan baskısıyla karşı karşıyaydı. Bu kritik dönemde tahta çıkan Sultan II. Abdülhamid, kendisinden önceki merkeziyetçi politikaların yarattığı tahribatı görmüş ve Türk-Kürt ilişkilerini yeniden tesis etmek için stratejik bir hamle yapmıştır. Batı emperyalizminin "böl ve yönet" stratejisine karşı en etkili panzehirin, ortak İslami kimliği yeniden canlandırmak olduğunu tespit etmiştir. Bu doğrultuda izlediği Pan-İslamist siyaset, Kürtler arasında büyük bir destek bulmuştur.  

 

Sultan Abdülhamid, Kürt beyleri ve aşiret reisleriyle doğrudan, kişisel ilişkiler kurmuş, onlara özel nişanlar ve imtiyazlar vererek devletle bağlarını güçlendirmiştir. Kürt beylerinin çocuklarını İstanbul'da kurduğu Aşiret Mektepleri'nde okutarak onları imparatorluğun geleceğine entegre etmeyi amaçlamıştır. Bu politika, karşılıklı güveni yeniden tesis etmiş ve Kürtlerin devlete olan sadakatini pekiştirmiştir.  

 

Bu stratejinin en somut ve en önemli adımı, Hamidiye Alayları'nın kurulmasıdır. Çoğunluğu Kürt aşiretlerinden oluşan bu alaylar, hem doğu sınırlarını Rus tehdidine karşı korumak hem de Batılı güçler tarafından desteklenen Ermeni ayrılıkçı hareketlerini kontrol altında tutmak gibi ikili bir amaca hizmet ediyordu. Hamidiye Alayları, Kürtlere imparatorluğun savunmasında kilit bir rol vererek onları devletin asli unsuru haline getirmiş ve ortak düşmana karşı birleştirmiştir. Bu siyaset o kadar başarılı olmuştur ki, Sultan Abdülhamid'e Kürtler arasında "Kürtlerin Babası" anlamına gelen "Bave Kürdan" unvanı verilmiştir.  

 

Abdülhamid'in politikası, basit bir iç politika hamlesi değildi; aynı zamanda Batılı güçlerin vekalet stratejilerine karşı geliştirilmiş bir karşı-stratejiydi. Batılıların, Hristiyan azınlıkları (özellikle Ermenileri) kullanarak imparatorluğu içeriden zayıflatma planını deşifre etmişti. Buna karşılık, imparatorluğun en önemli Müslüman unsurlarından olan Türkler ve Kürtler arasındaki İslami kardeşlik bağını güçlendirerek bu oyunu bozmayı hedefledi. Hamidiye Alayları, bu karşı-stratejinin askeri ve siyasi bir tezahürüydü. Kürtleri, dış destekli bir vekil güce karşı devletin savunucusu konumuna getirerek, emperyalist projenin panzehirini yine bölgenin kendi dinamiklerinden üretmiştir. Sultan Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra bu birleştirici politikanın terk edilmesi, bölgeyi yeniden dış müdahalelere ve vekalet savaşlarına açık hale getirmiştir.

 

Bölüm 2:

Kürtler Üzerindeki İlk Vekalet Denemeleri: İngiliz İstihbaratı ve Sevr Projesi

 

Osmanlı İmparatorluğu'nun Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik ayrılmasıyla birlikte, Ortadoğu'nun siyasi haritası galip emperyalist güçler, özellikle de İngiltere tarafından yeniden çizilmeye başlandı. Bu süreçte, daha önce Ermeniler üzerinde denenen vekalet stratejisi, bu kez Kürtler üzerinde uygulanmaya çalışıldı. İngilizlerin amacı, Anadolu'da Mustafa Kemal Paşa liderliğinde yükselen milli mücadele hareketini zayıflatmak ve kendi kontrolünde, tampon bir Kürt devleti kurarak bölgedeki stratejik çıkarlarını (özellikle petrol kaynaklarını) güvence altına almaktı.

 

Binbaşı Noel'in Misyonu ve "Kürt Kartı"nın Yaratılması

 

Bu projenin sahadaki en önemli uygulayıcısı, İngiliz istihbarat subayı Binbaşı Edward William Charles Noel'di. Bölge dillerine (Kürtçe, Farsça, Rusça) hakimiyeti ve etnik yapı hakkındaki derin bilgisiyle tanınan Noel, Mondros Mütarekesi'nin ardından Kürtlerin yaşadığı bölgelerde bir "inceleme" göreviyle görevlendirildi. Ancak bu görev, masum bir bilgi toplama faaliyetinden çok daha fazlasıydı. Noel'in asıl misyonu, "Kürt Sorunu"nu, Türk milli mücadelesine karşı oynanacak bir "Kürt Kartı"na dönüştürmekti.  

 

Noel, 1919 yılı boyunca Antep, Maraş, Malatya ve Diyarbakır gibi şehirlerde Kürt aşiret reisleriyle bir dizi görüşme yaptı. Bu görüşmelerde, Kürtlere bağımsızlık vaadinde bulunarak onları Mustafa Kemal Paşa'ya karşı ayaklanmaya teşvik etti. Dönemin İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe'un Londra'ya çektiği bir telgraf, Noel'in misyonunu açıkça ortaya koymaktadır: "Noel, ahaliyi Mustafa Kemal Paşa'ya karşı ayaklandıracaktır". Noel, Kürtlerin Türklerden nefret ettiğini, tüm felaketlerin sorumlusu olarak Türkleri gördüklerini ve İngiliz himayesinde bir Kürt devletinin kurulmasının mümkün olduğunu raporlarına yazdı.

 

Noel'in faaliyetleri sadece propaganda ile sınırlı kalmadı. Sivas Kongresi'ni basmak ve Milli Mücadele liderlerini tutuklamak için planlar yapan Ali Galip ile işbirliği içinde çalıştı ve Ali Batı Hadisesi gibi isyanları kışkırttı. Bu faaliyetler, İngiliz istihbaratının, Kürtler arasındaki bazı ayrılıkçı unsurları, Türkiye'nin bağımsızlık mücadelesini engellemek için nasıl aktif bir şekilde kullandığını net bir şekilde göstermektedir.  

 

Kültürel ve Tarihsel Manipülasyon: Avesta'dan Zerdüşt'e

 

İngiliz vekalet stratejisi, siyasi kışkırtmanın yanı sıra, daha derin ve uzun vadeli bir kültürel manipülasyon boyutunu da içeriyordu. Amaç, Kürtlerin Türklerle ve daha geniş İslam dünyasıyla olan bin yıllık tarihsel, dini ve kültürel bağlarını koparmak ve onlara ayrı, İslam öncesi bir "Aryan" kimliği inşa etmekti. Bu, siyasi ayrılığı meşrulaştıracak tarihsel bir temel yaratmayı amaçlayan sofistike bir psikolojik harekattı.

 

Bu çabanın merkezinde, Zerdüştlüğün kutsal metinleri olan Avesta üzerine yapılan çalışmalar yer alıyordu. İngilizler, Oxford Üniversitesi gibi prestijli kurumlar aracılığıyla, Avesta'nın "saf bir Kürtçe" ile yazıldığını ve Zerdüşt'ün bir "Kürt peygamberi" olduğunu iddia eden tezleri yaydılar. Bu iddia, Kürtleri ortak İslami kimlikten uzaklaştırarak, onlara farklı bir medeniyet kökeni atfetmeyi hedefliyordu. İngiliz istihbaratçısı C.J. Edmonds, Kürtler ve Medler arasında tarihsel bir bağ kurarak, Kürt dilinin Farsça'dan farklı ve Med uygarlığına dayanan kadim bir dil olduğunu öne süren bir "Kürt tarih tezi" geliştirmeye çalıştı. Bu kültürel mühendislik çabaları, Kürtler arasında ayrı bir ulusal bilinç yaratma ve onları Türklerden tamamen farklılaştırma stratejisinin bir parçasıydı.

 

Kağıt Üzerinde Vaat Edilen Devlet ve Emperyalist Kontrol

 

İngilizlerin bu vekalet projesinin zirve noktası, 10 Ağustos 1920'de imzalanan Sevr Antlaşması oldu. Antlaşmanın 62, 63 ve 64. maddeleri, Fırat'ın doğusunda, Ermenistan sınırı ile Türkiye'nin güney sınırı arasında kalan Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde yerel özerklik kurulmasını ve bir yıl sonra Milletler Cemiyeti'ne bağımsızlık için başvurma hakkı tanınmasını öngörüyordu.  

 

Kağıt üzerinde bu maddeler, Kürtlere bağımsız bir devlet vaat ediyor gibi görünse de, antlaşmanın detayları bu "bağımsızlığın" niteliğini açıkça ortaya koyuyordu. Plana göre, ilk aşamada kurulacak özerk bölgenin yönetimi, bölge halkına değil, İngiliz, Fransız ve İtalyan hükümetlerinin atayacağı bir komisyona bırakılacaktı. Bu, kurulması planlanan yapının gerçek bir bağımsız devlet değil, tamamen emperyalist güçlerin kontrolünde bir uydu devlet, bir manda yönetimi olacağının en net kanıtıydı. Sevr'de tasarlanan Kürdistan, İngiltere'nin bölgesel çıkarlarına, özellikle de Musul petrollerine bekçilik yapacak bir maşadan ibaretti.

 

Ancak, Mustafa Kemal Paşa liderliğindeki Türk Kurtuluş Savaşı'nın zaferi, Sevr Antlaşması'nı yırtıp atmış ve bu projenin hayata geçmesini engellemiştir. Sevr'de Kürtlere vaat edilen devlet kağıt üzerinde kalsa da, emperyalist güçlerin Kürtleri bir vekil olarak kullanma ve bölgede kendi kontrollerinde bir devletçik kurma hedefi hiçbir zaman ortadan kalkmamıştır. Bu hedef, 1. ve 2. Körfez Savaşları'nın ardından Irak'ın kuzeyinde ve 2011'den sonra Suriye'nin kuzeyinde farklı biçimlerde yeniden gündeme getirilmiştir.

 

Bölüm 3:

Soğuk Savaş Sonrası Yeni Vekil: PKK/YPG'nin Yükselişi ve ABD Stratejisi

 

21. yüzyılda, özellikle Suriye iç savaşının yarattığı kaos ortamında, emperyalist güçlerin vekalet stratejisi yeni bir aktör ve yeni bir patronla yeniden sahneye çıktı. Marksist-Leninist ideolojiye sahip bir terör örgütü olan PKK ve onun Suriye kolu YPG, Amerika Birleşik Devletleri'nin bölgesel hedeflerine hizmet eden bir vekil güce dönüştürüldü. Bu süreç, Batı kamuoyuna "DEAŞ ile mücadele" ve "demokrasi" gibi meşrulaştırıcı anlatılarla sunulsa da, temelinde yatan stratejik mantık, bir asır önceki İngiliz projesiyle çarpıcı benzerlikler taşımaktadır.

 

PKK'nın Bölgesel Ağı ve YPG'nin Bu Yapıdaki Yeri

 

Modern vekalet ilişkisini doğru analiz edebilmek için, ABD ve müttefiklerinin desteklediği YPG/SDG (Suriye Demokratik Güçleri) ile PKK arasındaki organik bağı net bir şekilde ortaya koymak zorunludur. Batılı siyasi çevreler ve medya tarafından ısrarla öne sürülen "iki yapı birbirinden ayrıdır" tezi, sahadaki gerçeklerle ve örgütsel yapıyla tamamen çelişmektedir. YPG, Suriye'deki Kürtlerin yerel ve bağımsız bir hareketi değil, doğrudan PKK'nın Kandil'deki merkez komitesi tarafından kurulan, yönetilen ve kontrol edilen bir uzantısıdır.

 

PKK'nın Suriye kolu olan PYD, 2003 yılında doğrudan PKK tarafından kurulmuştur. PYD'nin orijinal tüzüğü, Abdullah Öcalan'ı "önder" ve PKK'nın çatı yapılanması olan KCK'yı "yüksek yasama organı" olarak kabul etmektedir. PYD'nin bilinen tüm kurucu üyeleri, aynı zamanda PKK'nın silahlı kanadı olan HPG'nin üyeleridir.

 

YPG, PYD'nin silahlı kanadı olarak, PKK'nın askeri tecrübesi, eğitimli kadroları ve lojistik imkanları sayesinde Suriye'de hızla güçlenmiştir. Kandil'den Suriye'ye gönderilen tecrübeli PKK militanları, YPG içindeki tüm siyasi ve askeri karar alma mekanizmalarını ellerinde tutmaktadır.

 

Kobani (Ayn el-Arap) Kırılması

 

2014 yılında terör örgütü DEAŞ'ın Suriye'nin kuzeyindeki Kobani (Ayn el-Arap) şehrini kuşatması, YPG'nin uluslararası alanda meşrulaştırılması için bir dönüm noktası oldu. Bu kuşatma, ABD ve müttefiklerine, PKK'nın Suriye kolunu "terörist" etiketinden arındırıp "DEAŞ'a karşı savaşan kahraman seküler savaşçılar" olarak yeniden markalaştırma fırsatı verdi.

 

Suriye iç savaşının başlarında Esad rejimine karşı savaşan muhalifleri destekleyen ABD, DEAŞ'ın yükselişiyle birlikte politikasını değiştirmiş ve odağını tamamen DEAŞ ile mücadeleye kaydırmıştır. Kobani kuşatması sırasında, YPG'ye yoğun hava desteği sağlamaya başlamış ve bu desteği giderek artırmıştır. Uluslararası medya, bu süreci YPG'nin "cesur direnişi" olarak sunarak, örgütün küresel bir sempati kazanmasını sağlamıştır. "DEAŞ barbarlığına karşı mücadele" anlatısı, YPG'nin PKK ile olan organik bağını, Marksist-Leninist ideolojisini ve bölgedeki diğer etnik gruplara yönelik baskıcı politikalarını tamamen göz ardı eden etkili bir halkla ilişkiler kampanyasına dönüştü. Bu kampanya sayesinde, ABD'nin bir terör örgütünün uzantısına açık askeri destek vermesinin önündeki siyasi ve ahlaki engeller ortadan kaldırılmıştır.  

 

Bir Vekil Gücün İnşası

 

Kobani'nin ardından ABD, YPG'yi tam teşekküllü bir vekil orduya dönüştürmek için devasa bir program başlattı. Bu program, basit bir askeri yardımdan çok daha öte, bir uydu gücün sıfırdan inşası anlamına geliyordu.

 

İlk olarak, YPG'nin PKK ile olan bağını gizlemek ve örgüte daha "kapsayıcı" bir görünüm kazandırmak için 11 Ekim 2015'te "Suriye Demokratik Güçleri" (SDG) adı altında bir çatı yapı oluşturuldu. Ancak CENTCOM komutanlarının da itiraf ettiği gibi, SDG aslında YPG'nin kontrolünde olan ve ABD'nin silah yardımlarını meşrulaştırmak için kullandığı bir "marka"dan ibaretti.

 

Bu markanın arkasında, YPG'ye yönelik eşi benzeri görülmemiş bir askeri destek akışı sağlandı. ABD Özel Kuvvetleri, YPG militanlarını doğrudan eğitmek üzere sahaya gönderildi. YPG'nin kontrol ettiği bölgelerde askeri üsler ve havaalanları inşa edildi. Örgüte, TOW tanksavar füzeleri, roketatarlar, zırhlı askeri araçlar, ağır ve hafif piyade silahları da dahil olmak üzere muazzam miktarda silah ve mühimmat verildi. Bu askeri desteğe ek olarak, örgüte ciddi miktarda finansal yardım ve uluslararası arenada siyasi destek de sağlandı. ABD, bir yandan kendi raporlarında SDG'nin savaş suçlarını ve insan hakları ihlallerini (çocuk savaşçı kullanmak dahil) belgelerken, diğer yandan bu örgüte desteğini artırarak sürdürmesi, ilişkinin tamamen çıkara dayalı ve ahlaki temelden yoksun bir vekalet ilişkisi olduğunu kanıtlamaktadır. ABD'nin stratejisi, "bir terör örgütünü başka bir terör örgütüne karşı kullanmak" olarak özetlenebilir.  

 

Bölüm 4:

Bölgesel Jeopolitik Sonuçlar ve "Tuzak"ın Anatomisi

 

ABD ve müttefiklerinin PKK/YPG'yi bir vekil güç olarak inşa etme projesi, Suriye ve daha geniş Ortadoğu coğrafyası için derin ve istikrarsızlaştırıcı jeopolitik sonuçlar doğurmuştur. Bu proje, sadece Suriye'nin toprak bütünlüğünü fiilen ortadan kaldırmakla kalmamış, aynı zamanda bölgedeki etnik ve siyasi dengeleri altüst ederek yeni ve daha karmaşık çatışma alanları yaratmıştır.

 

ABD-YPG ortaklığının en somut sonucu, Suriye'nin kuzey ve doğusunda, Türkiye'nin güney sınırı boyunca uzanan bir "terör koridoru"nun veya bir PKK proto-devletinin fiilen kurulmasıdır. Suriye-Irak sınırından Menbiç'e kadar uzanan bu hat, ülkenin en zengin petrol ve tarım arazilerini kapsamaktadır. Bu yapı, ABD'nin birden fazla stratejik hedefine hizmet etmektedir:  

 

1. Kaynak Kontrolü: Suriye'nin enerji ve gıda kaynaklarını kontrol ederek Şam rejimi üzerinde kalıcı bir baskı unsuru oluşturmak.

 

2. İran'ı Çevreleme: İran'ın Irak ve Suriye üzerinden Lübnan'a uzanan kara bağlantısını (Şii Hilali) kesmek.

 

3. Bölgesel Nüfuz: Türkiye, Suriye, Irak ve İran'a karşı kullanılabilecek kalıcı bir askeri ve siyasi nüfuz alanı yaratmak.

 

Bu koridor projesi, aynı zamanda İsrail'in güvenlik çıkarlarıyla da yakından ilişkilidir. Bazı stratejik analizlerde "Davut Koridoru" olarak adlandırılan bu proje, İsrail'i Suriye ve Irak üzerinden müttefik bir yapıya bağlama potansiyeli taşımaktadır. PKK/YPG'nin bu koridorun işleyişini sağlayan temel güç olması, projenin sadece yerel dinamiklerle değil, daha geniş bir bölgesel güç mücadelesiyle şekillendiğini göstermektedir. Bu süreçte YPG, ABD hava desteğiyle ele geçirdiği Tel Abyad gibi Arap ve Türkmenlerin çoğunlukta olduğu bölgelerde, köy yakma, yargısız infaz ve zorla göç ettirme gibi savaş suçları işleyerek demografik yapıyı kendi lehine değiştirmeye çalışmıştır.  

 

Çok Aktörlü Denklem: Fransa'nın Rolü ve İsrail'in Güvenlik Çıkarları

 

ABD, bu vekalet projesinin tek patronu değildir. Diğer uluslararası ve bölgesel aktörler de kendi çıkarları doğrultusunda bu projeye destek vermektedir. Özellikle Fransa, Suriye'de yeniden nüfuz kazanma çabasının bir parçası olarak PKK/YPG'ye aktif destek sağlamaktadır. Suriye iç savaşının başında desteklediği muhalif gruplar üzerinden istediği sonuca ulaşamayan Fransa, ABD'nin "küçük ortağı" sıfatıyla YPG'yi desteklemeye karar vermiştir. Fransa, YPG'ye askeri destek vermenin yanı sıra, PYD/YPG ile diğer Suriyeli Kürt gruplar arasında arabuluculuk yaparak örgüte siyasi meşruiyet kazandırmaya çalışmaktadır. Bu çabanın arkasındaki amaç, Türkiye'nin terörle mücadelesini uluslararası kamuoyuna "Kürtlere karşı savaş" olarak sunmak ve Türkiye'nin bölgedeki etkisini sınırlamaktır.

 

İsrail ise, PKK/YPG kontrolündeki bir yapıyı, kendisine yönelik en büyük tehdit olarak gördüğü İran ve onun vekillerine karşı stratejik bir tampon bölge olarak görmektedir. Suriye'nin kuzeyinde İsrail'e düşman olmayan, seküler ve Batı destekli bir Kürt oluşumu, İsrail'in uzun vadeli güvenlik stratejisine hizmet etmektedir. ABD'deki Yahudi lobisinin, Amerikan askerlerinin Suriye'ye gönderilmesinde ve orada kalmasında önemli bir rol oynadığına dair analizler, bu projenin İsrail'in güvenlik kaygılarıyla ne kadar iç içe geçtiğini ortaya koymaktadır.

 

Tuzağın Nihai Bedeli: Bağımlılık, Çatışma ve Sürdürülemezlik

 

Yorumlar

Haber Arama