Ortadoğu’daki
vekalet savaşları ve PKK/YPG’nin bölgesel etkilerini değerlendiren Türk Dünyası
Yörük Türkmen Birliği Genel Sekreteri Cemal Akkuş, analizinde bu sürecin
yalnızca bir güvenlik meselesi değil, tarih boyunca tekrarlanan emperyalist
tuzakların günümüzdeki en güncel tezahürü olduğunu vurguladı. Akkuş, raporunda
Kürtlerin tarihsel bağlarını ve bölgesel stratejik ittifaklarını doğru
okumanın, tuzağa düşmemek için hayati önem taşıdığını belirtiyor.
Cemal
Akkuş'un yazısının tüm metni şöyle:
Emperyalist Vekalet Savaşları, Tarihsel
Türk-Kürt İlişkileri ve Bölgesel Jeopolitik Sonuçları Üzerine Stratejik Bir
Analiz
Tarihin Tekerrür Ettiği Coğrafyada Bir
"Tuzak" Anatomisi
Ortadoğu coğrafyası, büyük güçlerin
stratejik hedeflerine ulaşmak için yerel etnik ve siyasi grupları birer vekil
(proxy) olarak kullandığı, uzun ve karmaşık bir tarihe sahiptir. Bu stratejinin
en tutarlı ve trajik tezahürlerinden biri, Kürtlerin siyasi beklentilerinin
emperyalist güçler tarafından sistematik bir şekilde araçsallaştırılmasıdır. Bu
rapor, söz konusu vekalet ilişkisini bir "tuzak" olarak tanımlamakta
ve bu tuzağın tarihsel kökenlerini, işleyiş mekanizmalarını ve günümüzdeki
yansımalarını stratejik bir perspektifle analiz etmektedir. Tarihsel Türk-Kürt
ilişkileri, hem derin ittifak dönemlerini hem de ciddi sürtüşmeleri barındıran
yapısıyla, dış güçlerin müdahalesi için elverişli zeminler sunmuştur. Günümüzde
Suriye ve Irak'ta yaşananlar yeni bir olgu değil, aksine yüz yıllık bir
jeopolitik oyunun en son perdesidir.
Modern anlamda bir "Kürt
Sorunu"nun ortaya çıkışı, çok uluslu imparatorluk düzeninin çöküşü ve
bölgeye büyük ölçüde dışarıdan empoze edilen ulus-devlet paradigmasıyla
doğrudan ilişkilidir. Ulusal kimlik arayışı ve ulusların kendi kaderini tayin
etme hakkı gibi kavramlar, bölgenin organik yapısına yabancı dinamikler olarak
girmiş ve mevcut etnik fay hatlarını derinleştirmiştir. Bu fay hatlarını
oluşturan şartların oluşturulmasına katkıda bulunan Batılı güçler, daha sonra
aynı milliyetçilik akımlarını kendi emperyalist hedefleri doğrultusunda birer
kaldıraç olarak kullanmışlardır. Bu durum, tuzağın temelini oluşturmaktadır:
Önce ayrışma şartları oluşturulur, ardından bu ayrışma üzerinden bir vekalet
ilişkisi inşa edilir. Bu analizin amacı, bu tarihsel döngüyü ortaya koyarak,
Kürtlerin emperyalist güçlerin jeopolitik satrancında piyon olmaktan
kaçınmaları gerektiği yönünde güçlü ve kanıta dayalı bir argüman sunmaktır.
Bölüm 1:
Ortak Medeniyetten Kopuşun Dinamikleri
Türkler ve Kürtler arasındaki ilişkilerin
tarihsel derinliği, basit bir komşuluk ilişkisinin çok ötesinde, ortak bir
medeniyet ve kader birliği temelinde şekillenmiştir. Bu ortaklık, zaman içinde
hem stratejik ittifakların zirvesine ulaşmış hem de merkeziyetçi politikalar ve
dış müdahalelerle derin kırılmalar yaşamıştır.
Türk-Kürt ilişkilerinin tarihsel temelini
oluşturan en sağlam zemin, şüphesiz İslam kardeşliğidir. Malazgirt Zaferi'nden
sonra Anadolu'da birlikte yaşayan bu iki halk, özellikle 16. yüzyılın
başlarında ortak bir tehdit karşısında kader birliği yapmıştır. Doğudan
yükselen Safevi tehlikesi, Şii yayılmacılığı politikasıyla bölgedeki Sünni Kürt
beylikleri üzerinde yoğun bir baskı kurmaktaydı. Bu baskı karşısında, dönemin
önde gelen Kürt alimi ve siyasetçisi İdris-i Bitlisi'nin liderliğindeki 20'den
fazla Kürt beyi, Safevilere karşı Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim'den yardım
istemiş ve ona bağlılıklarını bildirmiştir.
Bu çağrı, basit bir yardım talebi değil,
stratejik bir ittifak teklifiydi. Yavuz Sultan Selim, başlangıçta Batı'ya sefer
düzenlemeyi planlarken, İdris-i Bitlisi'nin diplomatik çabaları ve Kürt
beylerinin ortak iradesiyle yönünü Doğu'ya çevirmiştir. 1514'te Çaldıran
Ovası'nda gerçekleşen savaşta, Kürt beylerinin askerleriyle birlikte Osmanlı
saflarında yer alması, zaferin en önemli faktörlerinden biri olmuştur. Bu
zaferle Safevi tehlikesi bertaraf edilmiş ve Doğu Anadolu'nun güvenliği
sağlanmıştır.
Bu ittifak bir fetih-tabiyet ilişkisi
değil, karşılıklı çıkarlara dayalı bir ortaklıktı. Yavuz Sultan Selim, Kürt beylerinin
topraklarındaki özerk statülerini tanımış, onların yerel yönetimdeki
ayrıcalıklarını korumuştur. Bu sayede Osmanlı İmparatorluğu, doğu sınırlarını
yaklaşık 400 yıl boyunca büyük ölçüde barış ve istikrar içinde tutmayı
başarmıştır. (İki Türk devletinin savaşması, gelişmelerin bölgedeki Türkmenler
üzerine etkisi ayrı bir değerlendirme konudur)
Yavuz Sultan Selim döneminde kurulan ve
karşılıklı güvene dayalı özerk yapı, 19. yüzyılın başlarında Sultan II.
Mahmut'un merkeziyetçi reformlarıyla temelinden sarsılmıştır. İmparatorluğun
modernleşmesi ve merkezi otoritenin güçlendirilmesi amacıyla başlatılan bu
reformlar, vergi toplama ve idari yetkileri doğrudan İstanbul'a bağlamayı
hedefliyordu. Bu politika, doğal olarak, yüzyıllardır devam eden yarı bağımsız
Kürt beylik ve emirliklerinin statüsünü zorluyordu.
II. Mahmut, ve Sultan Abdülmecid döneminde
askeri operasyonlarla Kürt emirliklerinin varlığına son verilmiştir.
Yüzyıllardır devam eden ittifak ilişkisi, bir merkez-çevre çatışmasına
dönüşmüştür. Benzer bir durum konar göçer Türkmen beyleri için de geçerli
idi.
Bu merkezigüçlendirme politikalarına tepki
olarak 19. yüzyıl boyunca çok sayıda Kürt isyanı patlak vermiştir. 1806'daki
Babanzade Abdurrahman Paşa İsyanı'ndan başlayarak, Ravanduzlu Mir Muhammed,
Botanlı Bedirhan Bey ve Nehri Şeyhi Ubeydullah Bey isyanlarına kadar uzanan bir
dizi ayaklanma, bölgede istikrarsızlığı derinleştirmiştir. Bu isyanların temel
dinamiği, ortadan kaldırılan geleneksel otoritelerini yeniden tesis etme ve
merkezi yönetimin müdahalelerine karşı direnmeydi.
II. Abdülhamid Dönemi ve Yeniden Tesis
Edilen Birlik
19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde,
Osmanlı İmparatorluğu hem iç isyanlarla hem de Batılı emperyalist güçlerin
artan baskısıyla karşı karşıyaydı. Bu kritik dönemde tahta çıkan Sultan II.
Abdülhamid, kendisinden önceki merkeziyetçi politikaların yarattığı tahribatı
görmüş ve Türk-Kürt ilişkilerini yeniden tesis etmek için stratejik bir hamle
yapmıştır. Batı emperyalizminin "böl ve yönet" stratejisine karşı en
etkili panzehirin, ortak İslami kimliği yeniden canlandırmak olduğunu tespit
etmiştir. Bu doğrultuda izlediği Pan-İslamist siyaset, Kürtler arasında büyük
bir destek bulmuştur.
Sultan Abdülhamid, Kürt beyleri ve aşiret
reisleriyle doğrudan, kişisel ilişkiler kurmuş, onlara özel nişanlar ve
imtiyazlar vererek devletle bağlarını güçlendirmiştir. Kürt beylerinin
çocuklarını İstanbul'da kurduğu Aşiret Mektepleri'nde okutarak onları
imparatorluğun geleceğine entegre etmeyi amaçlamıştır. Bu politika, karşılıklı
güveni yeniden tesis etmiş ve Kürtlerin devlete olan sadakatini pekiştirmiştir.
Bu stratejinin en somut ve en önemli
adımı, Hamidiye Alayları'nın kurulmasıdır. Çoğunluğu Kürt aşiretlerinden oluşan
bu alaylar, hem doğu sınırlarını Rus tehdidine karşı korumak hem de Batılı
güçler tarafından desteklenen Ermeni ayrılıkçı hareketlerini kontrol altında tutmak
gibi ikili bir amaca hizmet ediyordu. Hamidiye Alayları, Kürtlere
imparatorluğun savunmasında kilit bir rol vererek onları devletin asli unsuru
haline getirmiş ve ortak düşmana karşı birleştirmiştir. Bu siyaset o kadar
başarılı olmuştur ki, Sultan Abdülhamid'e Kürtler arasında "Kürtlerin
Babası" anlamına gelen "Bave Kürdan" unvanı verilmiştir.
Abdülhamid'in politikası, basit bir iç
politika hamlesi değildi; aynı zamanda Batılı güçlerin vekalet stratejilerine
karşı geliştirilmiş bir karşı-stratejiydi. Batılıların, Hristiyan azınlıkları
(özellikle Ermenileri) kullanarak imparatorluğu içeriden zayıflatma planını
deşifre etmişti. Buna karşılık, imparatorluğun en önemli Müslüman unsurlarından
olan Türkler ve Kürtler arasındaki İslami kardeşlik bağını güçlendirerek bu
oyunu bozmayı hedefledi. Hamidiye Alayları, bu karşı-stratejinin askeri ve
siyasi bir tezahürüydü. Kürtleri, dış destekli bir vekil güce karşı devletin
savunucusu konumuna getirerek, emperyalist projenin panzehirini yine bölgenin
kendi dinamiklerinden üretmiştir. Sultan Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden
sonra bu birleştirici politikanın terk edilmesi, bölgeyi yeniden dış
müdahalelere ve vekalet savaşlarına açık hale getirmiştir.
Bölüm 2:
Kürtler Üzerindeki İlk Vekalet Denemeleri:
İngiliz İstihbaratı ve Sevr Projesi
Osmanlı İmparatorluğu'nun Birinci Dünya
Savaşı'ndan yenik ayrılmasıyla birlikte, Ortadoğu'nun siyasi haritası galip
emperyalist güçler, özellikle de İngiltere tarafından yeniden çizilmeye
başlandı. Bu süreçte, daha önce Ermeniler üzerinde denenen vekalet stratejisi,
bu kez Kürtler üzerinde uygulanmaya çalışıldı. İngilizlerin amacı, Anadolu'da
Mustafa Kemal Paşa liderliğinde yükselen milli mücadele hareketini zayıflatmak
ve kendi kontrolünde, tampon bir Kürt devleti kurarak bölgedeki stratejik
çıkarlarını (özellikle petrol kaynaklarını) güvence altına almaktı.
Binbaşı Noel'in Misyonu ve "Kürt
Kartı"nın Yaratılması
Bu projenin sahadaki en önemli
uygulayıcısı, İngiliz istihbarat subayı Binbaşı Edward William Charles Noel'di.
Bölge dillerine (Kürtçe, Farsça, Rusça) hakimiyeti ve etnik yapı hakkındaki
derin bilgisiyle tanınan Noel, Mondros Mütarekesi'nin ardından Kürtlerin
yaşadığı bölgelerde bir "inceleme" göreviyle görevlendirildi. Ancak
bu görev, masum bir bilgi toplama faaliyetinden çok daha fazlasıydı. Noel'in
asıl misyonu, "Kürt Sorunu"nu, Türk milli mücadelesine karşı
oynanacak bir "Kürt Kartı"na dönüştürmekti.
Noel, 1919 yılı boyunca Antep, Maraş,
Malatya ve Diyarbakır gibi şehirlerde Kürt aşiret reisleriyle bir dizi görüşme
yaptı. Bu görüşmelerde, Kürtlere bağımsızlık vaadinde bulunarak onları Mustafa
Kemal Paşa'ya karşı ayaklanmaya teşvik etti. Dönemin İngiliz Yüksek Komiseri
Amiral Calthorpe'un Londra'ya çektiği bir telgraf, Noel'in misyonunu açıkça
ortaya koymaktadır: "Noel, ahaliyi Mustafa Kemal Paşa'ya karşı
ayaklandıracaktır". Noel, Kürtlerin Türklerden nefret ettiğini, tüm
felaketlerin sorumlusu olarak Türkleri gördüklerini ve İngiliz himayesinde bir
Kürt devletinin kurulmasının mümkün olduğunu raporlarına yazdı.
Noel'in faaliyetleri sadece propaganda ile
sınırlı kalmadı. Sivas Kongresi'ni basmak ve Milli Mücadele liderlerini
tutuklamak için planlar yapan Ali Galip ile işbirliği içinde çalıştı ve Ali
Batı Hadisesi gibi isyanları kışkırttı. Bu faaliyetler, İngiliz istihbaratının,
Kürtler arasındaki bazı ayrılıkçı unsurları, Türkiye'nin bağımsızlık
mücadelesini engellemek için nasıl aktif bir şekilde kullandığını net bir
şekilde göstermektedir.
Kültürel ve Tarihsel Manipülasyon:
Avesta'dan Zerdüşt'e
İngiliz vekalet stratejisi, siyasi
kışkırtmanın yanı sıra, daha derin ve uzun vadeli bir kültürel manipülasyon
boyutunu da içeriyordu. Amaç, Kürtlerin Türklerle ve daha geniş İslam
dünyasıyla olan bin yıllık tarihsel, dini ve kültürel bağlarını koparmak ve
onlara ayrı, İslam öncesi bir "Aryan" kimliği inşa etmekti. Bu,
siyasi ayrılığı meşrulaştıracak tarihsel bir temel yaratmayı amaçlayan
sofistike bir psikolojik harekattı.
Bu çabanın merkezinde, Zerdüştlüğün kutsal
metinleri olan Avesta üzerine yapılan çalışmalar yer alıyordu. İngilizler,
Oxford Üniversitesi gibi prestijli kurumlar aracılığıyla, Avesta'nın "saf
bir Kürtçe" ile yazıldığını ve Zerdüşt'ün bir "Kürt peygamberi"
olduğunu iddia eden tezleri yaydılar. Bu iddia, Kürtleri ortak İslami kimlikten
uzaklaştırarak, onlara farklı bir medeniyet kökeni atfetmeyi hedefliyordu.
İngiliz istihbaratçısı C.J. Edmonds, Kürtler ve Medler arasında tarihsel bir
bağ kurarak, Kürt dilinin Farsça'dan farklı ve Med uygarlığına dayanan kadim
bir dil olduğunu öne süren bir "Kürt tarih tezi" geliştirmeye
çalıştı. Bu kültürel mühendislik çabaları, Kürtler arasında ayrı bir ulusal
bilinç yaratma ve onları Türklerden tamamen farklılaştırma stratejisinin bir
parçasıydı.
Kağıt Üzerinde Vaat Edilen Devlet ve
Emperyalist Kontrol
İngilizlerin bu vekalet projesinin zirve
noktası, 10 Ağustos 1920'de imzalanan Sevr Antlaşması oldu. Antlaşmanın 62, 63
ve 64. maddeleri, Fırat'ın doğusunda, Ermenistan sınırı ile Türkiye'nin güney
sınırı arasında kalan Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde yerel özerklik
kurulmasını ve bir yıl sonra Milletler Cemiyeti'ne bağımsızlık için başvurma
hakkı tanınmasını öngörüyordu.
Kağıt üzerinde bu maddeler, Kürtlere
bağımsız bir devlet vaat ediyor gibi görünse de, antlaşmanın detayları bu
"bağımsızlığın" niteliğini açıkça ortaya koyuyordu. Plana göre, ilk
aşamada kurulacak özerk bölgenin yönetimi, bölge halkına değil, İngiliz,
Fransız ve İtalyan hükümetlerinin atayacağı bir komisyona bırakılacaktı. Bu,
kurulması planlanan yapının gerçek bir bağımsız devlet değil, tamamen
emperyalist güçlerin kontrolünde bir uydu devlet, bir manda yönetimi olacağının
en net kanıtıydı. Sevr'de tasarlanan Kürdistan, İngiltere'nin bölgesel
çıkarlarına, özellikle de Musul petrollerine bekçilik yapacak bir maşadan
ibaretti.
Ancak, Mustafa Kemal Paşa liderliğindeki
Türk Kurtuluş Savaşı'nın zaferi, Sevr Antlaşması'nı yırtıp atmış ve bu projenin
hayata geçmesini engellemiştir. Sevr'de Kürtlere vaat edilen devlet kağıt
üzerinde kalsa da, emperyalist güçlerin Kürtleri bir vekil olarak kullanma ve
bölgede kendi kontrollerinde bir devletçik kurma hedefi hiçbir zaman ortadan
kalkmamıştır. Bu hedef, 1. ve 2. Körfez Savaşları'nın ardından Irak'ın
kuzeyinde ve 2011'den sonra Suriye'nin kuzeyinde farklı biçimlerde yeniden
gündeme getirilmiştir.
Bölüm 3:
Soğuk Savaş Sonrası Yeni Vekil:
PKK/YPG'nin Yükselişi ve ABD Stratejisi
21. yüzyılda, özellikle Suriye iç
savaşının yarattığı kaos ortamında, emperyalist güçlerin vekalet stratejisi
yeni bir aktör ve yeni bir patronla yeniden sahneye çıktı. Marksist-Leninist
ideolojiye sahip bir terör örgütü olan PKK ve onun Suriye kolu YPG, Amerika
Birleşik Devletleri'nin bölgesel hedeflerine hizmet eden bir vekil güce
dönüştürüldü. Bu süreç, Batı kamuoyuna "DEAŞ ile mücadele" ve
"demokrasi" gibi meşrulaştırıcı anlatılarla sunulsa da, temelinde
yatan stratejik mantık, bir asır önceki İngiliz projesiyle çarpıcı benzerlikler
taşımaktadır.
PKK'nın Bölgesel Ağı ve YPG'nin Bu
Yapıdaki Yeri
Modern vekalet ilişkisini doğru analiz
edebilmek için, ABD ve müttefiklerinin desteklediği YPG/SDG (Suriye Demokratik
Güçleri) ile PKK arasındaki organik bağı net bir şekilde ortaya koymak
zorunludur. Batılı siyasi çevreler ve medya tarafından ısrarla öne sürülen
"iki yapı birbirinden ayrıdır" tezi, sahadaki gerçeklerle ve örgütsel
yapıyla tamamen çelişmektedir. YPG, Suriye'deki Kürtlerin yerel ve bağımsız bir
hareketi değil, doğrudan PKK'nın Kandil'deki merkez komitesi tarafından
kurulan, yönetilen ve kontrol edilen bir uzantısıdır.
PKK'nın Suriye kolu olan PYD, 2003 yılında
doğrudan PKK tarafından kurulmuştur. PYD'nin orijinal tüzüğü, Abdullah Öcalan'ı
"önder" ve PKK'nın çatı yapılanması olan KCK'yı "yüksek yasama
organı" olarak kabul etmektedir. PYD'nin bilinen tüm kurucu üyeleri, aynı
zamanda PKK'nın silahlı kanadı olan HPG'nin üyeleridir.
YPG, PYD'nin silahlı kanadı olarak,
PKK'nın askeri tecrübesi, eğitimli kadroları ve lojistik imkanları sayesinde
Suriye'de hızla güçlenmiştir. Kandil'den Suriye'ye gönderilen tecrübeli PKK
militanları, YPG içindeki tüm siyasi ve askeri karar alma mekanizmalarını
ellerinde tutmaktadır.
Kobani (Ayn el-Arap) Kırılması
2014 yılında terör örgütü DEAŞ'ın
Suriye'nin kuzeyindeki Kobani (Ayn el-Arap) şehrini kuşatması, YPG'nin
uluslararası alanda meşrulaştırılması için bir dönüm noktası oldu. Bu kuşatma,
ABD ve müttefiklerine, PKK'nın Suriye kolunu "terörist" etiketinden
arındırıp "DEAŞ'a karşı savaşan kahraman seküler savaşçılar" olarak
yeniden markalaştırma fırsatı verdi.
Suriye iç savaşının başlarında Esad
rejimine karşı savaşan muhalifleri destekleyen ABD, DEAŞ'ın yükselişiyle
birlikte politikasını değiştirmiş ve odağını tamamen DEAŞ ile mücadeleye
kaydırmıştır. Kobani kuşatması sırasında, YPG'ye yoğun hava desteği sağlamaya
başlamış ve bu desteği giderek artırmıştır. Uluslararası medya, bu süreci
YPG'nin "cesur direnişi" olarak sunarak, örgütün küresel bir sempati
kazanmasını sağlamıştır. "DEAŞ barbarlığına karşı mücadele" anlatısı,
YPG'nin PKK ile olan organik bağını, Marksist-Leninist ideolojisini ve bölgedeki
diğer etnik gruplara yönelik baskıcı politikalarını tamamen göz ardı eden
etkili bir halkla ilişkiler kampanyasına dönüştü. Bu kampanya sayesinde,
ABD'nin bir terör örgütünün uzantısına açık askeri destek vermesinin önündeki
siyasi ve ahlaki engeller ortadan kaldırılmıştır.
Bir Vekil Gücün İnşası
Kobani'nin ardından ABD, YPG'yi tam
teşekküllü bir vekil orduya dönüştürmek için devasa bir program başlattı. Bu
program, basit bir askeri yardımdan çok daha öte, bir uydu gücün sıfırdan
inşası anlamına geliyordu.
İlk olarak, YPG'nin PKK ile olan bağını
gizlemek ve örgüte daha "kapsayıcı" bir görünüm kazandırmak için 11
Ekim 2015'te "Suriye Demokratik Güçleri" (SDG) adı altında bir çatı
yapı oluşturuldu. Ancak CENTCOM komutanlarının da itiraf ettiği gibi, SDG
aslında YPG'nin kontrolünde olan ve ABD'nin silah yardımlarını meşrulaştırmak
için kullandığı bir "marka"dan ibaretti.
Bu markanın arkasında, YPG'ye yönelik eşi
benzeri görülmemiş bir askeri destek akışı sağlandı. ABD Özel Kuvvetleri, YPG
militanlarını doğrudan eğitmek üzere sahaya gönderildi. YPG'nin kontrol ettiği
bölgelerde askeri üsler ve havaalanları inşa edildi. Örgüte, TOW tanksavar
füzeleri, roketatarlar, zırhlı askeri araçlar, ağır ve hafif piyade silahları
da dahil olmak üzere muazzam miktarda silah ve mühimmat verildi. Bu askeri
desteğe ek olarak, örgüte ciddi miktarda finansal yardım ve uluslararası
arenada siyasi destek de sağlandı. ABD, bir yandan kendi raporlarında SDG'nin
savaş suçlarını ve insan hakları ihlallerini (çocuk savaşçı kullanmak dahil)
belgelerken, diğer yandan bu örgüte desteğini artırarak sürdürmesi, ilişkinin
tamamen çıkara dayalı ve ahlaki temelden yoksun bir vekalet ilişkisi olduğunu
kanıtlamaktadır. ABD'nin stratejisi, "bir terör örgütünü başka bir terör
örgütüne karşı kullanmak" olarak özetlenebilir.
Bölüm 4:
Bölgesel Jeopolitik Sonuçlar ve
"Tuzak"ın Anatomisi
ABD ve müttefiklerinin PKK/YPG'yi bir
vekil güç olarak inşa etme projesi, Suriye ve daha geniş Ortadoğu coğrafyası
için derin ve istikrarsızlaştırıcı jeopolitik sonuçlar doğurmuştur. Bu proje,
sadece Suriye'nin toprak bütünlüğünü fiilen ortadan kaldırmakla kalmamış, aynı
zamanda bölgedeki etnik ve siyasi dengeleri altüst ederek yeni ve daha karmaşık
çatışma alanları yaratmıştır.
ABD-YPG ortaklığının en somut sonucu,
Suriye'nin kuzey ve doğusunda, Türkiye'nin güney sınırı boyunca uzanan bir
"terör koridoru"nun veya bir PKK proto-devletinin fiilen
kurulmasıdır. Suriye-Irak sınırından Menbiç'e kadar uzanan bu hat, ülkenin en
zengin petrol ve tarım arazilerini kapsamaktadır. Bu yapı, ABD'nin birden fazla
stratejik hedefine hizmet etmektedir:
1. Kaynak Kontrolü: Suriye'nin
enerji ve gıda kaynaklarını kontrol ederek Şam rejimi üzerinde kalıcı bir baskı
unsuru oluşturmak.
2. İran'ı Çevreleme: İran'ın
Irak ve Suriye üzerinden Lübnan'a uzanan kara bağlantısını (Şii Hilali) kesmek.
3. Bölgesel Nüfuz: Türkiye,
Suriye, Irak ve İran'a karşı kullanılabilecek kalıcı bir askeri ve siyasi nüfuz
alanı yaratmak.
Bu koridor projesi, aynı zamanda İsrail'in
güvenlik çıkarlarıyla da yakından ilişkilidir. Bazı stratejik analizlerde
"Davut Koridoru" olarak adlandırılan bu proje, İsrail'i Suriye ve
Irak üzerinden müttefik bir yapıya bağlama potansiyeli taşımaktadır.
PKK/YPG'nin bu koridorun işleyişini sağlayan temel güç olması, projenin sadece
yerel dinamiklerle değil, daha geniş bir bölgesel güç mücadelesiyle
şekillendiğini göstermektedir. Bu süreçte YPG, ABD hava desteğiyle ele
geçirdiği Tel Abyad gibi Arap ve Türkmenlerin çoğunlukta olduğu bölgelerde, köy
yakma, yargısız infaz ve zorla göç ettirme gibi savaş suçları işleyerek
demografik yapıyı kendi lehine değiştirmeye çalışmıştır.
Çok Aktörlü Denklem: Fransa'nın Rolü ve
İsrail'in Güvenlik Çıkarları
ABD, bu vekalet projesinin tek patronu
değildir. Diğer uluslararası ve bölgesel aktörler de kendi çıkarları
doğrultusunda bu projeye destek vermektedir. Özellikle Fransa, Suriye'de
yeniden nüfuz kazanma çabasının bir parçası olarak PKK/YPG'ye aktif destek
sağlamaktadır. Suriye iç savaşının başında desteklediği muhalif gruplar
üzerinden istediği sonuca ulaşamayan Fransa, ABD'nin "küçük ortağı"
sıfatıyla YPG'yi desteklemeye karar vermiştir. Fransa, YPG'ye askeri destek
vermenin yanı sıra, PYD/YPG ile diğer Suriyeli Kürt gruplar arasında
arabuluculuk yaparak örgüte siyasi meşruiyet kazandırmaya çalışmaktadır. Bu
çabanın arkasındaki amaç, Türkiye'nin terörle mücadelesini uluslararası
kamuoyuna "Kürtlere karşı savaş" olarak sunmak ve Türkiye'nin
bölgedeki etkisini sınırlamaktır.
İsrail ise, PKK/YPG kontrolündeki bir
yapıyı, kendisine yönelik en büyük tehdit olarak gördüğü İran ve onun
vekillerine karşı stratejik bir tampon bölge olarak görmektedir. Suriye'nin
kuzeyinde İsrail'e düşman olmayan, seküler ve Batı destekli bir Kürt oluşumu,
İsrail'in uzun vadeli güvenlik stratejisine hizmet etmektedir. ABD'deki Yahudi
lobisinin, Amerikan askerlerinin Suriye'ye gönderilmesinde ve orada kalmasında
önemli bir rol oynadığına dair analizler, bu projenin İsrail'in güvenlik
kaygılarıyla ne kadar iç içe geçtiğini ortaya koymaktadır.
Tuzağın Nihai Bedeli: Bağımlılık, Çatışma
ve Sürdürülemezlik






Yorumlar