Türk Dünyası Yörük Türkmen Birliği Genel Sekreteri
Cemal Akkuş Türkiye’de temsil demokrasisinin yapısal krizini ele
aldığı köşe yazısında, siyasetin finansal ve sadakat temelli çarklarını,
milletvekillerinin “iş takipçiliğine” dönüşen rollerini ve sistemin kendi
kendini nasıl yeniden ürettiğini detaylarıyla ortaya koydu.
Cemal Akkuş'un yazısı şu şekilde;
TÜRK
SİYASETİNDE LİYAKATSİZLİĞİN ANATOMİSİ VE SİSTEMSEL ÇÜRÜME
Giriş:
"Bozuk Maya" - Temsil Demokrasisinin Türkiye'deki Krizi
Türkiye'deki
siyasi yapı, kağıt üzerinde demokratik ideallerle bezenmiş, ancak pratikte bu
idealleri sistematik olarak aşındıran derin bir krizle karşı karşıyadır. Bu
raporun temel tezi, siyasi alandaki bozulmanın, tekil bireylerin ahlaki
zafiyetlerinden ziyade, yapısı gereği liyakati ve kamu hizmeti ahlakını değil,
finansal gücü, lider sadakatini ve karşılıklı menfaat ilişkilerini ödüllendiren
bir sistemin kaçınılmaz bir sonucu olduğudur. Bu durum, adeta "bozuk bir
maya" gibi, en iyi niyetli aktörleri dahi içine girdiğinde dönüştüren,
bozan ve sistemin bir parçası haline getiren bir çürüme dinamiği yaratmaktadır.
Bu sistemsel çürüme, kendi kendini besleyen ve derinleştiren bir "bozulma
anaforu" olarak kavramsallaştırılabilir; siyasetin finansmanı, aday belirleme
süreçleri, seçmen-vekil ilişkileri ve kurumsal denetimsizlik gibi unsurlar,
birbirini tetikleyerek sistemi kendi kuyusunu kazan bir yola sokmaktadır.
Bu krizin
en belirgin tezahürü, anayasal ideal ile siyasi gerçeklik arasındaki onarılmaz
gibi görünen uçurumdur. Anayasa'nın 80. Maddesi, "Türkiye Büyük Millet
Meclisi Üyeleri, seçildikleri bölgeyi veya kendilerini seçenleri değil, bütün
Milleti temsil ederler" hükmüyle ulusal temsiliyetin altını çizer. Ancak
bu ilke, siyasi pratikte neredeyse tamamen anlamını yitirmiştir. Seçmen,
milletvekilini ulusal meselelerde yasa yapıcı bir figür olarak değil, kendi
kişisel ve yerel sorunlarını çözecek bir "iş takipçisi" olarak görme
eğilimindedir. Milletvekili de yeniden seçilebilmek için bu rolü benimsemek
zorunda kalır. Bu durum, temsil modelinin doğasında var olan yapısal bir
gerilimden kaynaklanır. Milletvekili Seçimi Kanunu'na göre her ilin bir seçim
çevresi olması, vekili kaçınılmaz olarak yerel bir aktöre dönüştürür.
Siyasetçi, ulusal bir yasa yapıcı mı yoksa yerel bir aracı mı olacağı
ikilemiyle baş başa kalır. İşte bu noktada kayırmacılık, bu boşluğu doldurarak
vekile somut ve kişisel faydalar sunma yoluyla bu ikilemi "çözme"
imkanı tanır ve anayasal rol fiilen terk edilir.
Bu
dönüşümün merkezinde ise Siyasi Partiler Kanunu'na göre "demokratik siyasi
hayatın vazgeçilmez unsurları" olarak tanımlanan siyasi partiler yer alır.
Ne var ki, bu yasal statü, partilerin pratikte liyakatsizliği ve kayırmacılığı
kurumsallaştıran mekanizmalara dönüşmesiyle acı bir tezat oluşturur. Aday
belirleme süreçlerinde genel merkezlere ve liderlere tanınan ezici yetki, parti
içi demokrasiyi işlevsiz kılarak, liyakat ve halk tabanında karşılık bulma
yerine lidere mutlak sadakati aday olabilmenin birincil şartı haline getirir. Böylece
partiler, bir yandan demokrasiyi var etmesi beklenen kurumlar iken, diğer
yandan lider oligarşisini ve sadakat mekanizmalarını pekiştirerek çürümenin ana
motorlarından birine dönüşürler.
Bölüm 1:
Adaylığın Bedeli - Siyasete Girişin Finansal Eşiği
Türkiye'de
siyaset sahnesine çıkmanın yolu, yasal düzenlemelerle çizilmiş görünüşte
eşitlikçi bir çerçeveyle başlar. Milletvekili Seçimi Kanunu ve ilgili mevzuat
uyarınca, belirli bir yaşı doldurmuş, en az ilkokul mezunu, kısıtlı olmayan ve
belirli suçlardan hüküm giymemiş her Türk vatandaşı seçilme hakkına sahiptir.
Bu yasal zemin, teoride geniş bir katılım imkanı sunsa da, pratikte sistemin
gerçek filtresi finansal engellerdir. Siyasete giriş, çoğu vatandaş için
aşılması imkansız bir "finansal duvar" ile çevrilidir.
Bu duvarın
ilk tuğlaları, siyasi partilerin aday adaylarından talep ettiği ve genellikle
"bağış" veya "özel aidat" olarak adlandırılan yüksek
meblağlardır. Bu ücretler, siyaseti daha en başından itibaren belirli bir
ekonomik güce sahip olmayanlar için erişilmez kılarak, Anayasa ile güvence
altına alınan "seçilme hakkı"nı fiilen kısıtlamaktadır.
Kadın,
genç veya engelli adaylar için yapılan indirimler ise sorunun özünü
değiştirmeyen, daha çok bir vitrin düzenlemesi niteliğindedir.
Ancak bu başvuru
ücretleri, toplam maliyetin sadece görünen yüzüdür. Ankara, Konya veya Kayseri
gibi bir büyükşehirde etkili bir seçim kampanyası yürütmenin (mitingler, yerel
medya reklamları, afiş ve broşürler, promosyon malzemeleri, saha ekipleri,
seçim ofisleri vb.) maliyeti milyonlarca lirayı bulabilmektedir. Siyasetin
finansmanının şeffaf olmaması ve etkin bir şekilde denetlenmemesi, bu devasa
harcamaların kaynağını ve boyutunu bir sır perdesinin arkasına gizler. Bu
durum, siyaseti sadece bir kamu hizmeti alanı olmaktan çıkarıp, geri dönüşü
beklenen büyük bir yatırıma dönüştürür. Yüksek maliyetler, yalnızca ekonomik
bir engel değil, aynı zamanda bir tür ahlaki filtredir. Bu sisteme girmek için
bu denli büyük paralar harcamayı göze alan bir birey, bu meblağı kamu hizmeti
için feda edilmiş bir kayıp olarak değil, geri dönüşü olması gereken bir
yatırım olarak görmeye psikolojik olarak daha yatkındır. Dolayısıyla sistem,
daha en başından itibaren bu karşılıklı menfaate dayalı mantığı benimseyen
aktörleri kendine çeker.
Bu finans
sarmalı, parti içi demokrasi yoksunluğu daha da pekiştirir. Siyasi Partiler
Kanunu, adayların belirlenmesinde "ön seçim" gibi demokratik
yöntemlere imkan tanısa da, partiler ezici bir çoğunlukla "merkez
yoklaması" yöntemini, yani aday listelerinin doğrudan parti genel merkezi
ve lideri tarafından belirlenmesini tercih eder. Bu durum, adayın seçmene
değil, kendisini listeye koyan parti liderine karşı birincil sorumluluk
hissetmesine yol açar. Aday olabilmek için iki temel sermaye gerekir: Kampanyayı
fonlayacak finansal sermaye ve liderin onayını alacak siyasi sermaye. Bu iki
sermaye genellikle iç içe geçer. Finansal gücü olan bir aday, partiye yapacağı
katkılarla liderin dikkatini çekebilirken, liderin desteğini alan bir aday ise
finansörler için daha "cazip bir yatırım" haline gelir. Bu kesişim,
liyakat, yetkinlik ve toplumsal karşılığı denklemin dışına iterek, yerine
sadakati ve finansal kapasiteyi koyar.
Bölüm 2:
Yatırımın Geri Dönüşü - "İş Takipçiliği" Kurumunun Anatomisi
Seçim
sürecinde yapılan devasa "yatırımın" geri dönüşünü sağlayan
mekanizma, milletvekilinin anayasal rolünün sistematik bir şekilde
dönüştürülmesiyle işler. Anayasa'da tanımlanan temel görevleri yasama ve
yürütmeyi denetlemek olan milletvekili, pratikte bu asli fonksiyonlarını ikinci
plana atarak, vaktinin ve enerjisinin büyük bir kısmını seçmenlerinin kişisel
taleplerini karşılamaya adar. Bu durum, "yasama ile bağdaşmayan
işler" olarak Meclis ruhuna aykırı bir fiili durum yaratır. Anayasa
koyucunun, milletvekilini yersiz zanlardan korumak ve kamu hizmetlerini
aksatmasını önlemek amacıyla bu tür sınırlamaları getirme nedenlerinden birinin
"iş takipçiliği külfetini azaltmak" olması, olgunun ne kadar köklü
olduğunun bir kanıtıdır. Milletvekili, bir yasa yapıcıdan, bürokratik
labirentlerde yol gösteren, memur ataması kovalayan, ihale süreçlerini zorlayan
bir "iş takipçisine" dönüşür.
Bu rol
dönüşümünün tohumları, daha propaganda döneminde atılır. Bir adayın "cep
numaramı veriyorum, 7/24 arayabilirsiniz" vaadi, seçmenle arasında zımni
bir hizmet sözleşmesi kurar. Bu vaat, seçmenin gözünde siyasetçiyi ulusal
politikaları şekillendiren bir temsilciden, kendi kişisel sorunlarını çözmekle
yükümlü, her an ulaşılabilir bir "hami" konumuna indirger. Seçmen,
oyunu bu beklentiyle verir ve siyasal katılımı, kamusal politikaların
tartışılmasından kişisel taleplerin iletilmesi düzeyine geriler. Bu
hami-bağımlı ilişkisi, demokratik kültürü temelden aşındırır ve hesap
verebilirliği tersine çevirir. Demokratik bir sistemde seçilmişler, politika ve
icraatları üzerinden seçmene hesap verirken, bu modelde vekilin hesap
verebilirliği, kamusal politikalardaki performansından çok, kişisel talepleri
karşılama kapasitesiyle ölçülür. Bir vekilin yasama performansı ne kadar zayıf
olursa olsun, eğer etkili bir "iş takipçisi" ise yeniden seçilme
şansı yüksek olabilir.
Bu
gayriresmi ancak son derece işlevsel sistemin en önemli dişlilerinden biri de
yasama danışmanlarıdır. Bir milletvekili danışmanının resmi görev tanımı; kanun
tekliflerini analiz etmek, araştırma yapmak, raporlar hazırlamak ve vekilin
yasama faaliyetlerine destek olmaktır. Ancak pratikte danışmanların önemli bir
kısmı, bu entelektüel görevler yerine "çantacılık" olarak tabir
edilen rolü üstlenir. Yani vekil adına bakanlıklarda ve kamu kurumlarında iş
takibi yapar, randevuları ayarlar ve vekilin patronaj ağının lojistiğini
yönetirler. Danışmanın görevinin yasal olarak "milletvekilinin ihtiyacına
göre" esnek bir şekilde belirlenebilmesi, bu rol dönüşümüne meşru bir
kılıf sağlar. Böylece, yasama faaliyetleri için ayrılan kamu kaynağı ve
kadrosu, vekilin kişisel nüfuzunu ve patronaj ağını yönetmek için kullanılmış
olur.
Bu
sistemin bir diğer propaganda ayağı ise devlet hizmetlerinin siyasetçiler
tarafından kişisel bir lütuf gibi sunulmasıdır. Bir bakanlığın veya
belediyenin, vergilerle finanse edilen ve rutin bir kamu hizmeti olan bir yol,
hastane veya okul açılışını, ilgili vekilin veya bakanın kişisel bir başarısı
olarak lanse etmesi, yaygın bir pratiktir. Bu durum, seçmenin devlete olan
aidiyetini ve güvenini aşındırarak onu siyasetçiye minnettar kılar ve patronaj
ilişkisini daha da güçlendirir. Siyasetçilerin medyada daha fazla görünmek ve
"açılış yapmak" için birbirleriyle yarışması, siyasetin nasıl
içeriksizleştiğini ve bir halkla ilişkiler faaliyetine dönüştüğünü acı bir
şekilde gözler önüne serer.
Bölüm 3:
Çarkın Dişlileri - Sistemin Kendini Yeniden Üretmesi
"İş
takipçiliği" ve patronaj ağı, sadece seçmenin oyunu garanti altına almaz,
aynı zamanda siyasetin finansman döngüsünü tamamlayan ve sistemi yeniden üreten
bir mekanizma işlevi görür. Seçim kampanyasını finanse eden iş çevreleri ve
şirketler, yaptıkları bu "yatırımın" karşılığını, seçilen
siyasetçinin nüfuzunu kullanarak alırlar. Bu geri ödeme süreci, genellikle
kamusal kaynakların, siyasi olarak ayrıcalıklı çevrelere aktarılması şeklinde
tezahür eder. Bunun en yaygın yöntemi, Kamu İhale Kanunu'nun rekabete açık
olmayan istisnai hükümlerinin suistimal edilmesi veya doğrudan belirli bir
firmayı işaret eden şartnamelerle "adrese teslim" ihaleler
düzenlenmesidir.
Bu
mekanizmanın işleyişine dair en somut kanıtlar, Sayıştay'ın her yıl hazırladığı
denetim raporlarında bulunmaktadır. Bu raporlar, kamu kurumlarındaki
usulsüzlükleri, yolsuzlukları ve kaynak israfını detaylı bir şekilde
belgelemektedir. Bu sadece Merkezi hükümet için değil yerel yönetimler için de
aynıyla geçerlidir.
Ancak bu
sistemin kendini nasıl koruduğunu ve yeniden ürettiğini gösteren en kritik
nokta, bu raporların akıbetidir. Sayıştay'ın ortaya koyduğu milyarlarca liralık
kamu zararına ve açık usulsüzlüklere rağmen, raporlarda adı geçen sorumlular
hakkında neredeyse hiçbir zaman etkili bir idari veya adli soruşturma
açılmamaktadır. Bu durum, denetim mekanizmalarının fiilen
işlevsizleştirildiğini ve yolsuzluğun siyasi bir koruma zırhı altına alındığını
göstermektedir. Bu, sıradan bir denetim zafiyeti değil, yolsuzluğun artık
sistemin bir "hatası" veya "suçu" olarak değil, işleyişinin
"normal" ve "beklenen" bir parçası olarak kodlandığının
kanıtıdır. Sistem, kendi yozlaşmasını sürdüren ve koruyan bir tür bağışıklık
mekanizması geliştirmiştir.
Bu kısır
döngünün motoru ise "yeniden seçilme baskısı"dır. Siyasete girmek
için harcanan devasa meblağlar, genellikle tek bir dönemlik maaş ve ödeneklerle
karşılanamaz. Siyasetçi, hem ilk yatırımının maliyetini çıkarmak, hem de bir
sonraki seçim kampanyası için kaynak biriktirmek zorundadır. Bu finansal baskı,
onu sürekli olarak "iş takipçiliği" yapmaya, patronaj ağını canlı
tutmaya ve kendisini finanse eden çevrelerin taleplerini karşılamaya zorlar. Bu
döngü, siyasetçiyi sisteme ve onun kurallarına daha da bağımlı hale getirir. Bu
mikro düzeydeki kayırmacılık, Türkiye'deki daha geniş "kişiselleştirilmiş
birikim rejimi" ve siyasal kültürün bir parçası olarak işlev görür. Kamu
ihalelerinin liyakate veya verimliliğe göre değil, siyasi yakınlığa göre dağıtılması,
sadece bir kamu zararı yaratmakla kalmaz, aynı zamanda piyasadaki adil rekabeti
yok ederek ülke ekonomisinin uzun vadeli verimliliğine ve gelişim potansiyeline
de darbe vurur.
Bölüm 4:
Güç Zehirlenmesi - Siyasetçinin Psikolojik Deformasyonu
Sistemin
çarkları sadece kurumları ve kuralları değil, aynı zamanda o çarkların içinde
dönen insanları da öğütür. Siyasetçinin yaşadığı psikolojik dönüşüm, bu
çürümenin hem bir sonucu hem de devamlılığını sağlayan bir unsurudur. Siyasete
giren birey, zamanla bir "koltuk bağımlılığı" olarak da tarif
edilebilecek derin bir statü ve güç bağımlılığı geliştirir. Sürekli saygı
görmeye, protokolde ön sıralarda yer almaya, talimat vermeye ve ayrıcalıklı bir
konumda olmaya alışan birinin, seçilememe ve tüm bu statüyü kaybederek
"boşa düşme" ihtimali, en büyük korkusu haline gelir. Bu korku, onu
sistemin kurallarına ne pahasına olursa olsun uymaya iten en güçlü
motivasyonlardan biridir. Ahlaki sorgulamaları olan, şeffaflık talep eden veya
liderin çizgisine uymayan bir siyasetçi, sistem tarafından "yabancı bir
cisim" gibi dışarı atılırken; güce bağımlı, eleştiriye kapalı ve sadık
olanlar ödüllendirilir ve içeride tutulur.
Bu
psikolojik savunma mekanizmalarından en etkilisi, siyaset psikolojisi
literatüründe "kolektif narsisizm" olarak adlandırılan olgudur.
Siyasetçi, ait olduğu parti veya siyasi grup içinde, "bizim grubumuz
üstün, ayrıcalıklı ve her zaman haklıdır" inancını ve dışarıdan gelen
eleştirilere karşı aşırı bir hassasiyeti içeren bir kimlik geliştirir. Bu narsist
kimlik, yolsuzluk ve liyakatsizlik gibi somut eleştirilere karşı mükemmel bir
psikolojik kalkan sağlar. Bu eleştiriler, meşru bir denetim talebi veya yapıcı
bir tenkit olarak değil, "davamıza, grubumuza, liderimize
yönelik bir saldırı" olarak çerçevelenir. Bu sayede
siyasetçi, somut iddialara cevap vermek yerine, eleştirinin kaynağını (dış
güçler, komplo teorileri, rakip partiler) şeytanlaştırarak konuyu saptırabilir
ve hesap verebilirlikten kolektif olarak kaçabilir.
Bu sistem
içinde uzun süre faaliyet göstermek, kaçınılmaz olarak bir kişilik erozyonuna
yol açar. Sürekli olarak kendi değerleriyle veya kamuoyu vicdanıyla çelişen
eylemlerde bulunmak, bireyde yoğun bir bilişsel çelişki yaratır. Bu rahatsız
edici çelişkiyi çözmenin en kolay yolu, sistemin "yeni normalini"
içselleştirmektir. Siyasetçi, bir süre sonra yaptığı işlerin yanlışlığının
"farkına varmaz" hale gelir; yolsuzluk, kayırmacılık ve
liyakatsizlik, siyasetin doğal bir parçası olarak normalleşir. Bu, hem bir
savunma mekanizması hem de sistemde psikolojik olarak hayatta kalmanın bir
bedelidir.
Bu
deformasyonun ne kadar kalıcı olduğu, vekillik veya yöneticilik görevi sona
erdiğinde ortaya çıkar. Yıllarca süren güç, ayrıcalıklar, yoğun tempo ve
sürekli ilgi odağı olmanın ardından sivil hayata dönmek, pek çok eski siyasetçi
için bir kimlik krizine, derin bir boşluk hissine ve adaptasyon sorunlarına yol
açabilir. "Eski formatına dönmeye çalışır ama iş işten geçmiştir".
"Çarkın kırdığı insan", artık çarkın dışında da onun izlerini taşıyan
bir birey haline gelmiştir. Bu psikolojik deformasyon, sistemin bir yan ürünü
değil, onun sürdürülebilirliği için gerekli bir yakıttır. Zira seçilememe
korkusu ve statü kaybı endişesi, siyasetçiyi liderin ve sistemin kurallarına
sorgusuz sualsiz uymaya zorlayan en etkili disiplin aracıdır.
Sonuç:
Kendi Kuyusunu Kazan Sistem
Bu rapor
boyunca yapılan analizler, Türkiye'deki siyasi bozulmanın münferit olaylar veya
ahlaki açıdan zayıf bireylerden kaynaklanan bir sorun olmadığını, aksine
bütüncül, yapısal ve kendi kendini yeniden üreten bir sistem sorunu olduğunu
ortaya koymaktadır. Siyasete girişin önündeki fahiş finansal engeller,
adayların liyakat yerine finansal güç ve lider sadakatine göre seçilmesi,
seçilen vekilin anayasal rolünü terk ederek bir "iş takipçisine"
dönüşmesi, bu rolün gerektirdiği kaynakları yaratmak için kamu ihaleleri ve
siyasi nüfuzun kullanılması, bu yolsuzluk çarkını denetlemesi gereken
kurumların işlevsizleştirilmesi ve son olarak tüm bu süreçte siyasetçinin
yaşadığı psikolojik deformasyon, "bozulma anaforu"nun birbirine bağlı
ve birbirini besleyen halkalarını oluşturmaktadır.
Bu
noktada, "Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne 600 tane ermiş seçseniz, sistem
onları da bozar". Sorunun temelinde ahlaki değil, yapısal faktörler
yattığı için, bireysel çözümler veya iyi niyetli aktörlerin tekil çabaları,
köklü bir reform olmadan anlamlı bir değişiklik yaratma potansiyelinden
yoksundur. "Bozuk maya", içine katılan her iyi niyeti kendi doğasına
benzeterek öğütme kapasitesine sahiptir.
Sistemin
mevcut işleyişi, ehliyet, liyakat, demokratikleşme, şeffaflık, hesap
verebilirlik ve hukukun üstünlüğü gibi modern bir devletin temel direklerini
sistematik olarak aşındırmaktadır. Gerçek anlamda "seçme ve seçilme
hakkı", finansal güce ve siyasi bağlantılara sahip olmayan büyük bir
çoğunluk için kağıt üzerinde kalan bir hakka dönüşmüştür. Bu durum, sadece
siyasi bir çürüme değil, aynı zamanda toplumsal güveni, adalet duygusunu ve
ülkenin uzun vadeli ekonomik ve sosyal gelişim potansiyelini de yok eden bir
anafor yaratmaktadır. Bu nedenle çözüm, bireyleri değiştirmekten veya daha
"ahlaklı" siyasetçiler beklemekten değil; siyasetin finansmanının tam
şeffaflığa kavuşturulması, Siyasi Partiler Kanunu'nun parti içi demokrasiyi ve
liyakati esas alacak şekilde radikal bir biçimde yeniden düzenlenmesi ve
Sayıştay gibi denetim kurumlarının anayasal bağımsızlığının ve işlevselliğinin
mutlak surette sağlanması gibi köklü ve cesur yapısal reformlardan geçmektedir.
Aksi takdirde, kendi kuyusunu kazan bu sistem, Türkiye'nin demokratik
geleceğini de kendi karanlığına çekmeye devam edecektir.







Yorumlar