2025
yılında Türkiye kamuoyunun gündemine oturan sahte diploma ve e-imza skandalını
değerlendiren Türk Dünyası Yörük Türkmen Birliği Genel Sekreteri Cemal Akkuş,
kaleme aldığı köşe yazısında bu olayın yalnızca dijital güvenlik meselesi
değil, köklü bir liyakat krizinin modern tezahürü olduğunu vurguladı. Akkuş’un
dikkat çeken yazısının tam metni şöyle:
Giriş:
Dijital Çağın Sahtekârlığı ve Toplumsal
Çürümenin Anatomisi
2025 yılında Türkiye kamuoyunun gündemine
oturan ve kamu kurumlarının dijital altyapısını hedef alan organize sahte
diploma ve e-imza şebekesi, ilk bakışta münferit bir adli vaka gibi görünse de,
kökleri tarihin derinliklerine uzanan ve ülkenin yönetim felsefesini temelden
sarsan yapısal bir krizin en güncel ve teknolojik tezahürüdür. Bu olay,
yalnızca dijital güvenlik zaafiyetlerini ve organize suçun cüretkâr boyutlarını
değil, aynı zamanda liyakat ilkesinin sistematik erozyonunu, kurumsal güvenin
çöküşünü ve toplumsal çürümenin vardığı endişe verici noktayı da gözler önüne
sermektedir.
Bu raporun temel tezi, 2025 sahte diploma
skandalının izole bir suç faaliyeti olmadığı; aksine, Osmanlı İmparatorluğu'nun
son dönemlerindeki "beşik ulemalığı" uygulamasından miras kalan,
liyakat yerine sadakati ve ehliyet yerine kişisel ilişkileri ikame eden bir
zihniyetin dijital çağdaki yansıması olduğudur. Bu, teknolojik imkanlarla
güçlendirilmiş, modern bir "Neo-Beşik Uleması" vakasıdır.
Bu kapsamlı analiz, öncelikle "Dijital
Ahtapot" olarak adlandırılabilecek suç şebekesinin anatomisini,
yöntemlerini ve yarattığı etkiyi inceleyecektir. Ardından, konuyu tarihsel bir
perspektife oturtarak Osmanlı'daki beşik ulemalığı ve ilmiye sınıfının
bozulmasıyla günümüzdeki liyakatsizlik sorunu arasında bir köprü kuracaktır.
Rapor, liyakat, kayırmacılık, sadakat ve "iyi adam yeterlidir" gibi
kavramların teorik çerçevesini çizdikten sonra, Ekrem İmamoğlu'nun diploma
davası ve Bilişim Vadisi yönetimi gibi somut vaka analizleriyle bu kavramların
pratikteki yansımalarını irdeleyecektir. Nihayetinde, bu derin ve çok katmanlı
sorunun sadece cezai tedbirlerle değil, ancak köklü yapısal reformlarla
aşılabileceği gerçeğinden hareketle bir çıkış yolu haritası sunulacaktır.
Bölüm 1:
"Dijital Ahtapot": 2025 Sahte
Diploma Şebekesinin Anatomisi ve Etkileri
2025 yılı, Türkiye'nin dijital kamu
altyapısının ne denli savunmasız olduğunu ve bu zaafiyetlerin organize suç
örgütleri tarafından nasıl istismar edilebildiğini ortaya koyan bir dizi
operasyonla başladı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın yürüttüğü
soruşturmalar, kamuoyunda "sahte diploma çetesi" olarak bilinen,
karmaşık ve çok katmanlı bir yapıyı deşifre etti.
Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı
tarafından yapılan resmi açıklamalara göre, sahte diploma şebekesine yönelik
soruşturma 13 Ağustos 2024 tarihinde başlamış ve yaklaşık bir yıl boyunca
gizlilikle yürütülmüştür. Bu süreçte, şebekenin faaliyetlerini ortaya çıkarmak
için elektronik materyal incelemeleri, HTS kayıtları, LOG kayıtları ve baz
sinyal verileri gibi kapsamlı teknik analizler yapılmıştır.
Soruşturmanın operasyonel aşaması, 2025
yılı içinde gerçekleştirilen iki büyük dalga ile kamuoyuna yansımıştır. 7 Ocak
2025'te Ankara merkezli 23 ilde ve 23 Mayıs 2025'te 16 ilde düzenlenen eş
zamanlı operasyonlarda toplam 197 şüpheli yakalanmıştır. Bu şüphelilerden 37'si
tutuklanırken, 150'si hakkında adli kontrol kararı verilmiştir. Soruşturma
genişledikçe toplamda 220 kişi hakkında adli işlem yapılmış ve 199 şüpheli
hakkında kamu davası açılmıştır.
Şebekenin çalışma yöntemi, dijital kimlik
hırsızlığı ve kamu sistemlerine sızma üzerine kuruluydu. Şüpheliler, TÜRKTRUST
ve E-İMZATR gibi elektronik sertifika hizmet sağlayıcılarının bayileri
aracılığıyla, sahte kimlik belgeleri kullanarak kamu görevlileri adına
elektronik imzalar (e-imza) üretmişler. Bu sahte e-imzalar, Yükseköğretim
Kurulu (YÖK), Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) ve Ölçme, Seçme ve Yerleştirme
Merkezi (ÖSYM) gibi kritik kurumların bilişim sistemlerine yetkisiz erişim
sağlamak için bir anahtar olarak kullanılmış. Sisteme sızdıktan sonra şebeke
üyeleri, hiç üniversite okumamış kişileri mezun olarak göstermiş, not
ortalamalarını yükseltmiş (örneğin bir vakada not ortalaması 1.29'dan 3.29'a
çıkarılmıştır) ve başarısız sınav sonuçlarını başarılı olarak
değiştirmişlerdir.
Operasyonlar neticesinde ilk etapta 57
adet sahte üniversite diploması, 4 adet sahte lise diploması ve 108 adet sahte
sürücü belgesi ele geçirilmiştir. Ancak şebekenin faaliyetlerinin en sarsıcı ve
ahlaki açıdan en yıkıcı yönü, 6 Şubat 2023 Kahramanmaraş depremlerinde hayatını
kaybeden kişilerin kimlik bilgilerini kullanmaları olmuştur. İddianameye göre,
şebeke, hayatını kaybetmiş avukatlar gibi mezunların YÖKSİS'teki kayıtlarını
silerek, bu kimlikler üzerinden yeni sahte diplomalar üretmiştir.
Söylem Çatışması: Bir "Devlet
Başarısı" mı, "Yapısal Çürüme" mi?
Skandalın kamuoyuna yansımasıyla birlikte,
olayın niteliğine dair birbiriyle taban tabana zıt iki ana anlatı ortaya
çıkmıştır. Bu anlatı çatışması, sadece bir iletişim stratejisi farkı değil,
aynı zamanda devletin sağlığına ilişkin temel bir teşhis ayrılığını da
yansıtmaktadır.
Bir yanda, hükümet yetkilileri tarafından
savunulan "devlet başarısı" anlatısı bulunmaktadır. Adalet Bakanı
Yılmaz Tunç ve AKP Sözcüsü Ömer Çelik gibi isimler, suç şebekesinin bizzat
devlet kurumları tarafından olay kamuoyuna yansımadan yaklaşık bir yıl önce
tespit edildiğini ve titiz bir soruşturma yürütüldüğünü vurgulamışlardır. Bu
söylem, devleti, kendi içindeki suç unsurlarını proaktif bir şekilde tespit
edip temizleyen, uyanık ve kendini düzeltebilen bir mekanizma olarak
sunmaktadır. Operasyonlar, "devlet içerisinde sahtecilik yapan şebeke,
çete ne varsa söküp atma" kararlılığının bir göstergesi olarak lanse
edilmiştir.
Diğer yanda ise meslek örgütleri ve
muhalefet partileri tarafından dile getirilen "yapısal çürüme"
anlatısı yer almaktadır. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB),
Türkiye Barolar Birliği (TBB), Türk Psikologlar Derneği gibi kuruluşlar, olayı
münferit bir skandal olarak değil, "yapısal bir sorun" olarak
tanımlamıştır. Bu anlatı, sorunun kaynağını sorgulamakta ve şebekenin,
denetimsizliğin ve liyakatsizliğin hüküm sürdüğü hasta bir sistemin sadece bir
belirtisi olduğunu iddia etmektedir. TMMOB'nin "Uluslararası Dublin
Üniversitesi" adlı bir diploma değirmeni hakkında 2023 yılında yaptığı
şikayetin savcılık tarafından "delil yetersizliği" gerekçesiyle
kapatılmış olması, bu yapısal körlük ve ihmal argümanını güçlendiren somut bir
delil olarak öne çıkmaktadır.
Sosyal Medya ve Dezenformasyon: "400
Sahte Akademisyen" İddiası
Skandalın yarattığı kaotik bilgi ortamı,
dezenformasyonun yayılması için elverişli bir zemin oluşturdu. Bu süreçteki en
dikkat çekici dezenformasyon vakası, "sahte diplomalı 400 akademisyenin
üniversitelerde görev yaptığı" iddiası oldu. Bu iddia, sosyal medyada
hızla yayılarak kamuoyundaki infiali ve kurumlara yönelik güvensizliği daha da
derinleştirdi.
Yapılan resmi açıklamalarda, soruşturma
kapsamında adli işlem yapılan 220 şüpheli arasında Türkiye'deki üniversitelerde
görev yapan hiçbir akademisyenin bulunmadığı belirtildi.
YÖK, bu asılsız iddiaların
"yükseköğretim kurumlarını ve bilim insanlarını değersizleştirmek"
amacıyla ortaya atıldığını savunarak, iddiayı yayan kişi ve kurumlar hakkında
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunduğunu açıkladı.
Bu olay, dezenformasyonun dinamiklerini
anlamak açısından önemli bir vaka sunmaktadır. Skandalın kendisi (e-imza
hırsızlığı, sahte diploma üretimi) resmi makamlarca doğrulanmış bir gerçektir.
Bu gerçeklik, YÖK gibi kurumlara karşı zaten var olan kamu güvensizliğini
pekiştirmiştir. Böylesine yüksek bir güvensizlik ortamında, "400 sahte
akademisyen" gibi sansasyonel ve delilsiz bir iddia dahi, halkın önemli bir
kesimi için "olası" ve "inanılır" hale gelmiştir.
Dolayısıyla, resmi makamların yalanlaması, yalanlamayı yapan kurumun kendi
meşruiyeti ve kredibilitesi zaten hasar görmüş olduğu için, beklenen etkiyi
yaratmakta zorlanmıştır. Bu durum, sistemsel bir başarısızlığın (orijinal
skandal) nasıl bir dezenformasyon sarmalını tetiklediğini ve bunun da kurumsal
güveni daha da aşındırarak bir kısır döngü yarattığını göstermektedir.
Bölüm 2:
Tarihin Aynasında Sahtekârlık ve
Liyakatsizlik: Cumhuriyet ve Osmanlı Mirası
Günümüzdeki sahte diploma ve liyakatsizlik
krizi, tarihsel köklerinden ve kültürel kodlarından bağımsız anlaşılamaz.
Sorunun temelleri, Osmanlı İmparatorluğu'nun idari ve ilmi yapısındaki
bozulmalara kadar uzanmaktadır. Bu bölümde "Beşik ulemalığı" olarak
bilinen tarihsel yozlaşma pratiğini, bu pratiğin İslam'ın temel adalet ve
emanet ilkeleriyle olan çelişkisini ve Cumhuriyet dönemi boyunca benzer
sahtecilik vakalarının sürekliliğini inceleyerek günümüzdeki krize tarihsel bir
derinlik kazandırmaya çalışacağız.
Osmanlı İmparatorluğu'nun duraklama ve
gerileme dönemlerinin temel nedenleri arasında, devletin bel kemiğini oluşturan
ilmiye sınıfının bozulması merkezi bir yer tutar. Bu bozulmanın en somut ve
yıkıcı ifadesi "beşik ulemalığı" sistemidir. Bu terim, alimlerin ve
kadıların çocuklarına, henüz beşikteyken veya çok küçük yaşlardayken
müderrislik (profesörlük) ve kadılık gibi önemli makamların tahsis edilmesi
anlamına geliyordu. Bu uygulama, makamın babadan oğula geçtiği, liyakatin
değil, soyun ve mirasın esas alındığı bir sistemdi ve 16. yüzyıldan itibaren
giderek yaygınlaşmıştır.
Beşik ulemalığının sonuçları devlet ve
toplum için felaket olmuştur. En temel sonuç, liyakat ilkesinin tamamen ortadan
kalkmasıdır. Makamlar bilgi, yetenek ve tecrübeye göre değil, kan bağına göre
dağıtıldığı için, kendini geliştirmeye, rekabete ve çabaya gerek kalmamıştır.
Bir zamanlar kaliteli ve donanımlı insanlar yetiştiren medreseler, bu sistem
yüzünden büyük zarar görmüştür. Niteliksiz kişilerin hoca olarak atanması,
eğitimin kalitesini düşürmüş ve ilmi üretimi durma noktasına getirmiştir.
Yetersiz ve ehil olmayan kadıların ve yöneticilerin iş başına gelmesi, adaletin
tecellisini engellemiş ve kamu yönetiminde keyfiliğe, rüşvete ve verimsizliğe
yol açmıştır. Liyakatsizliğin kurumsallaşması, toplumun her alanında kaliteyi
düşürmüş ve devlete olan güveni sarsmıştır. Bu durum, askeriye de dahil olmak
üzere diğer kurumların da bozulmasına zemin hazırlamıştır.
17. yüzyılın Osmanlı aydınları olan
Koçi Bey, Katip Çelebi ve Hezarfen Hüseyin Efendi gibi isimler, padişaha
sundukları raporlarda (lâyihalar) bu çürümeyi acı bir dille eleştirmişlerdir.
Rüşvetin yaygınlaşmasını, ilme ve alime değer verilmemesini, makamların ehil
olmayanlara peşkeş çekilmesini ve ulema sınıfının lüks ve şöhret düşkünlüğünü
devletin içine düştüğü bunalımın temel nedenleri olarak göstermişlerdir. Bu
tarihsel olgu, liyakat sisteminin bir devletin bekası için ne kadar hayati
olduğunu ve bu sistemin çöküşünün nasıl bir zincirleme felakete yol açtığını
gösteren acı bir ders niteliğindedir.
Beşik ulemalığı ve onun modern versiyonu
olan siyasi kayırmacılık, sadece idari bir sorun değil, aynı zamanda İslam'ın
temel ahlaki ve hukuki ilkeleriyle derin bir çelişki içindedir. İslam kamu
hukuku ve ahlakı, yönetimin temelini "adalet" (adl) ve "emaneti
ehline vermek" (liyakat) ilkeleri üzerine inşa eder.
Kur'an-ı Kerim'deki Nisa Suresi'nin 58.
ayeti bu konuda son derece açıktır: "Şüphesiz Allah, size
emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman
adaletle hükmetmenizi emreder.". Bu ayet, kamu görevinin bir hak
değil, ehliyet ve liyakat gerektiren bir "emanet" olduğunu vurgular.
Adalet ise sadece mahkemelerde değil, yönetimde, atamalarda ve kaynakların
dağıtımında da gözetilmesi gereken mutlak bir ilkedir.
Bu ilkesel çelişkinin güncel ve çarpıcı
bir örneği, Diyanet Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi İdris Bozkurt'un durumu
etrafında yaşanan tartışmalardır. Bozkurt'un, kopya ve torpil gibi gayrimeşru
yollarla işe giren bir kişinin kazancının "helal" olabileceği yönündeki
"İşe nasıl girdiği ile elde ettiği kazancını farklı tutmamız lazım"
şeklindeki kamuoyunda büyük tepki çeken açıklaması, liyakat ve helal kazanç
arasındaki ahlaki bağı sorgulatan bir çıkış olmuştur. Bu açıklamanın hemen
ardından Bozkurt'un, Mısır'a Din Hizmetleri Müşaviri olarak atanması ve basına
yansıyan haberlere göre bu görev için 6 bin dolar civarında bir maaş alacak
olması, liyakat ilkesinin bizzat onu savunması beklenen kurumlar ve kişiler
nezdinde ne denli aşındığına dair ciddi soru işaretleri doğurmuştur. Bu durum,
haksız bir yöntemle elde edilen makamın ve o makamdan doğan kazancın
meşruiyetinin, İslam ahlakının temelini oluşturan adalet, emanet ve kul hakkı
gibi kavramlar çerçevesinde toplum vicdanında derin bir yara açtığının somut
bir göstergesi olarak okunabilir.
Günümüzdeki liyakatsizlik sorunu da bu
tarihsel ve ilkesel bağlamda değerlendirilebilir. Beşik ulemalığı, liyakat
kriterinin yerine "kan bağını" koymuştur. Günümüz Türkiye'sindeki
kayırmacılık ise liyakatin yerine "siyasi ve ideolojik sadakati"
ikame etmektedir. İlişkinin biçimi (soydan sadakate) değişmiş olsa da, işlevi
aynı kalmıştır: objektif, evrensel ve adil olan liyakat kriterini devre dışı
bırakarak, sübjektif, partizan ve keyfi bir atama sistemi kurmak. Bu nedenle,
bugün yaşanan kriz, Osmanlı'yı çürüten hastalığın yeni bir formda, bir
"Neo-Beşik Uleması" olarak yeniden ortaya çıkmasıdır. Günümüzün
"çakma uzmanı", dünün "beşik ulemasının" ideolojik ve
fonksiyonel mirasçısıdır.
Sahte diploma ve liyakatsizlik sorunu,
Cumhuriyet tarihinde de farklı biçimlerde ve dönemlerde kendini göstermiş,
adeta süreklilik arz eden bir problem olmuştur. 2025 skandalı, bu uzun zincirin
sadece en yeni ve teknolojik halkasıdır.
2016 yılında Milli Eğitim Bakanlığı (MEB),
sahte diploma ile öğretmenlik yaptığı tespit edilen 71 kişinin görevine son
vermiştir. Bu kişilerin, sahte belgeler için 30-40 bin TL gibi ücretler ödediği
ortaya çıkmıştır. Bu skandal, Bakanlığı, 1999'dan bu yana yapılan tüm öğretmen
atamalarını geriye dönük olarak incelemeye sevk etmiş ve YÖK ile MEB arasında
diploma doğrulama sistemlerinin entegrasyonu için protokol çalışmaları
başlatılmıştır. Bu olay, sahteciliğin eğitim gibi toplumun temelini oluşturan
bir alana dahi ne denli sızabildiğini göstermiştir.
Özellikle mühendislik ve mimarlık gibi
doğrudan kamu güvenliğini ilgilendiren alanlarda sahtecilik vakaları yıllardır
meslek odalarının gündemindedir. TMMOB, bugüne kadar 500'e yakın sahte mühendis
ve mimar diploması tespit ettiğini açıklamıştır. Elektrik Mühendisleri Odası
(EMO) ve Mimarlar Odası gibi bağlı odalar, 2010'lu yılların başından itibaren
yaptıkları incelemelerde onlarca sahte diploma vakası tespit ederek suç
duyurularında bulunmuşlardır. Bu odalar, YÖK'ün denklik belgelerini yeterince
incelemeden onaylamasını ve kendi denetim yetkilerinin kısıtlanmasını
sahteciliğin yayılmasına zemin hazırlayan yapısal sorunlar olarak görmektedir.
Diploma sahteciliği gibi, sürücü belgesi
sahteciliği de Türkiye'de güvenlik güçleri tarafından sıkça operasyon
düzenlenen bir başka kronik sorundur. Neredeyse her yıl farklı illerde, para
karşılığında sahte ehliyet düzenleyen şebekeler çökertilmektedir. Bu şebekeler,
sadece basit bir sahtecilik suçu işlemekle kalmamakta, aynı zamanda hiçbir
sürüş eğitimi ve yeterliliği olmayan kişilerin trafiğe çıkarak hem kendi hem de
toplumun can güvenliğini tehlikeye atmasına neden olmaktadır. 2025'teki
kurgusal "Dijital Ahtapot" operasyonunda 108 adet sahte sürücü
belgesinin ele geçirilmesi, bu alandaki sahteciliğin de diploma şebekeleri gibi
organize yapılar tarafından yürütüldüğünü ve toplumsal güvenlik için ciddi bir
tehdit oluşturduğunu göstermektedir.
Geçmiş yıllarda, sahte diplomalarla
doktorluk, hemşirelik ve hatta avukatlık yapmaya çalışan kişilere yönelik adli
soruşturmalar kamuoyuna yansımıştır. Tekirdağ'da sahte doktorluk yapan Ayşe
Özkiraz vakası veya 9 yıl boyunca farklı sahte diplomalarla doktorluk ve
akademisyenlik yaptığı ortaya çıkan Burak Uysal vakası gibi olaylar, sistemdeki
denetim boşluklarının insan hayatı için ne kadar büyük bir tehdit oluşturduğunu
göstermiştir. Bu tür vakalar, sahteciliğin sadece bir evrak suçu olmadığını,
aynı zamanda halk sağlığını ve adalet sistemini doğrudan tehlikeye atan bir
eylem olduğunu kanıtlamaktadır.
Bu vakalar, Türkiye'de diploma sahteciliğinin
ve liyakatsizliğin kronik bir sorun olduğunu ve devletin denetim
mekanizmalarının bu sorunu kökten çözmekte yetersiz kaldığını ortaya
koymaktadır.
Bölüm 3:
Liyakat, Kayırmacılık ve "İyi
Adam" Paradoksu
Sahte diploma skandalı ve etrafındaki
tartışmalar, Türkiye'nin kamu yönetimi kültüründe birbiriyle çatışan iki temel
felsefeyi gün yüzüne çıkarmıştır: Evrensel ve objektif kriterlere dayalı
liyakat sistemi ile kişisel ve siyasal ilişkilere dayalı kayırmacılık kültürü.
Kamu yönetiminde etkinlik, verimlilik ve
adaletin sağlanması, büyük ölçüde benimsenen personel rejimine bağlıdır. Bu
bağlamda, liyakat ve kayırmacılık sistemleri, iki zıt kutbu temsil eder.
Liyakat Sistemi (Meritokrasi): Kamu görevlerine atama ve yükselmelerde, kişilerin bilgi, beceri,
yetenek ve tecrübe gibi objektif ve önceden belirlenmiş yeterlilik
kriterlerinin esas alındığı bir sistemdir. Temel amacı, "işe en uygun
kişinin" seçilmesini sağlayarak kamusal hizmetlerin kalitesini ve
verimliliğini en üst düzeye çıkarmaktır. Liyakat, güvenilir yarışma sınavları,
şeffaf değerlendirme süreçleri ve fırsat eşitliği gibi ilkelere dayanır ve her
türlü ayrımcılığın ve keyfiliğin panzehiridir.
Kayırmacılık Sistemi (Nepotizm/Kronizm): Kamu görevlerine yapılan atamalarda liyakat ilkesinin yerini
akrabalık, hemşehrilik, arkadaşlık, siyasi veya ideolojik yandaşlık gibi
kişisel ve sübjektif faktörlerin almasıdır. "İltimas" veya
"torpil" olarak da bilinen bu sistemin temel amacı, kamusal makamları
belirli bir grubun veya partinin çıkarları doğrultusunda kontrol etmek ve sadık
kadrolar oluşturmaktır.
Türkiye bağlamında kayırmacılık, özellikle
"sadakat" kavramıyla iç içe geçmiştir. Yüksek düzeyde siyasi
kutuplaşmanın yaşandığı ortamlarda, siyasi liderler için "güven", en
önemli kriter haline gelebilir. Bu durumda, teknik olarak ne kadar yetkin
olursa olsun, siyaseten "sadık" görülmeyen bir aday riskli kabul
edilirken; yetenekleri sınırlı olsa dahi "sadık" bir aday tercih
edilebilir. Zamanla bu durum, liyakat sahibi kadroların tasfiye edildiği ve
sistemin temel niteliği sadakat olan kişilerle doldurulduğu bir kısır döngüye
dönüşür. Sonuç, kamu yararına hizmet etmesi gereken bir bürokrasinin,
iktidardaki grubun çıkarlarına hizmet eden bir yapıya dönüşmesi ve kurumsal
kapasitenin çürümesidir.
Liyakatsiz atamaların yaygınlaştığı
toplumlarda, bu durumu meşrulaştırmak için kullanılan tehlikeli bir argüman
ortaya çıkar: "İyi adam" yaklaşımı. Bu yaklaşıma göre, bir göreve
atanacak kişinin teknik yeterliliği, uzmanlığı veya tecrübesi ikinci plandadır;
önemli olan kişinin ahlaken "iyi" (örneğin, dürüst, dindar, iyi
niyetli) olmasıdır.
Ancak hem akademik analizler hem de tarihsel tecrübe, bu yaklaşımın büyük bir yanılsama olduğunu ve toplumsal maliyetinin çok ağır olduğunu göstermektedir. Etkin ve verimli bir yönetim, sadece iyi niyet değil, aynı zamanda o görevin gerektirdiği özel bilgi ve becerileri de zorunlu kılar. İyi niyetli fakat ehliyetsiz bir kişinin, bir teknoloji üssünün, bir merkez bankasının veya bir afet yönetim kurumunun başına getirilmesi; kaynakların israfına, hizmet kalitesinin düşmesine ve hatta telafisi imkansız felaketlere yol açabilir.






Yorumlar