DOLAR 42,4433 EURO 49,3649 STERLİN 56,4180 GRAM ALTIN 5.663,63 BIST 100 10.914,65 BITCOIN $90.956
Facebook TwitterX Instagram YouTube

Arama Haber Code Logo Arama

HABERLER

"Sahte diploma skandalı modern beşik ulemalığıdır”

Giriş: 28.08.2025 13:44 | Güncelleme: 28.08.2025 13:57
Paylaş
"Sahte diploma skandalı modern beşik ulemalığıdır”

2025 yılında Türkiye kamuoyunun gündemine oturan sahte diploma ve e-imza skandalını değerlendiren Türk Dünyası Yörük Türkmen Birliği Genel Sekreteri Cemal Akkuş, kaleme aldığı köşe yazısında bu olayın yalnızca dijital güvenlik meselesi değil, köklü bir liyakat krizinin modern tezahürü olduğunu vurguladı. Akkuş’un dikkat çeken yazısının tam metni şöyle:

Giriş:

Dijital Çağın Sahtekârlığı ve Toplumsal Çürümenin Anatomisi

 

2025 yılında Türkiye kamuoyunun gündemine oturan ve kamu kurumlarının dijital altyapısını hedef alan organize sahte diploma ve e-imza şebekesi, ilk bakışta münferit bir adli vaka gibi görünse de, kökleri tarihin derinliklerine uzanan ve ülkenin yönetim felsefesini temelden sarsan yapısal bir krizin en güncel ve teknolojik tezahürüdür. Bu olay, yalnızca dijital güvenlik zaafiyetlerini ve organize suçun cüretkâr boyutlarını değil, aynı zamanda liyakat ilkesinin sistematik erozyonunu, kurumsal güvenin çöküşünü ve toplumsal çürümenin vardığı endişe verici noktayı da gözler önüne sermektedir.

 

Bu raporun temel tezi, 2025 sahte diploma skandalının izole bir suç faaliyeti olmadığı; aksine, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerindeki "beşik ulemalığı" uygulamasından miras kalan, liyakat yerine sadakati ve ehliyet yerine kişisel ilişkileri ikame eden bir zihniyetin dijital çağdaki yansıması olduğudur. Bu, teknolojik imkanlarla güçlendirilmiş, modern bir "Neo-Beşik Uleması" vakasıdır.

 

Bu kapsamlı analiz, öncelikle "Dijital Ahtapot" olarak adlandırılabilecek suç şebekesinin anatomisini, yöntemlerini ve yarattığı etkiyi inceleyecektir. Ardından, konuyu tarihsel bir perspektife oturtarak Osmanlı'daki beşik ulemalığı ve ilmiye sınıfının bozulmasıyla günümüzdeki liyakatsizlik sorunu arasında bir köprü kuracaktır. Rapor, liyakat, kayırmacılık, sadakat ve "iyi adam yeterlidir" gibi kavramların teorik çerçevesini çizdikten sonra, Ekrem İmamoğlu'nun diploma davası ve Bilişim Vadisi yönetimi gibi somut vaka analizleriyle bu kavramların pratikteki yansımalarını irdeleyecektir. Nihayetinde, bu derin ve çok katmanlı sorunun sadece cezai tedbirlerle değil, ancak köklü yapısal reformlarla aşılabileceği gerçeğinden hareketle bir çıkış yolu haritası sunulacaktır.

 

Bölüm 1:

"Dijital Ahtapot": 2025 Sahte Diploma Şebekesinin Anatomisi ve Etkileri

 

2025 yılı, Türkiye'nin dijital kamu altyapısının ne denli savunmasız olduğunu ve bu zaafiyetlerin organize suç örgütleri tarafından nasıl istismar edilebildiğini ortaya koyan bir dizi operasyonla başladı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın yürüttüğü soruşturmalar, kamuoyunda "sahte diploma çetesi" olarak bilinen, karmaşık ve çok katmanlı bir yapıyı deşifre etti.

 

Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı tarafından yapılan resmi açıklamalara göre, sahte diploma şebekesine yönelik soruşturma 13 Ağustos 2024 tarihinde başlamış ve yaklaşık bir yıl boyunca gizlilikle yürütülmüştür. Bu süreçte, şebekenin faaliyetlerini ortaya çıkarmak için elektronik materyal incelemeleri, HTS kayıtları, LOG kayıtları ve baz sinyal verileri gibi kapsamlı teknik analizler yapılmıştır.

 

Soruşturmanın operasyonel aşaması, 2025 yılı içinde gerçekleştirilen iki büyük dalga ile kamuoyuna yansımıştır. 7 Ocak 2025'te Ankara merkezli 23 ilde ve 23 Mayıs 2025'te 16 ilde düzenlenen eş zamanlı operasyonlarda toplam 197 şüpheli yakalanmıştır. Bu şüphelilerden 37'si tutuklanırken, 150'si hakkında adli kontrol kararı verilmiştir. Soruşturma genişledikçe toplamda 220 kişi hakkında adli işlem yapılmış ve 199 şüpheli hakkında kamu davası açılmıştır.

 

Şebekenin çalışma yöntemi, dijital kimlik hırsızlığı ve kamu sistemlerine sızma üzerine kuruluydu. Şüpheliler, TÜRKTRUST ve E-İMZATR gibi elektronik sertifika hizmet sağlayıcılarının bayileri aracılığıyla, sahte kimlik belgeleri kullanarak kamu görevlileri adına elektronik imzalar (e-imza) üretmişler. Bu sahte e-imzalar, Yükseköğretim Kurulu (YÖK), Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) ve Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) gibi kritik kurumların bilişim sistemlerine yetkisiz erişim sağlamak için bir anahtar olarak kullanılmış. Sisteme sızdıktan sonra şebeke üyeleri, hiç üniversite okumamış kişileri mezun olarak göstermiş, not ortalamalarını yükseltmiş (örneğin bir vakada not ortalaması 1.29'dan 3.29'a çıkarılmıştır) ve başarısız sınav sonuçlarını başarılı olarak değiştirmişlerdir.

 

Operasyonlar neticesinde ilk etapta 57 adet sahte üniversite diploması, 4 adet sahte lise diploması ve 108 adet sahte sürücü belgesi ele geçirilmiştir. Ancak şebekenin faaliyetlerinin en sarsıcı ve ahlaki açıdan en yıkıcı yönü, 6 Şubat 2023 Kahramanmaraş depremlerinde hayatını kaybeden kişilerin kimlik bilgilerini kullanmaları olmuştur. İddianameye göre, şebeke, hayatını kaybetmiş avukatlar gibi mezunların YÖKSİS'teki kayıtlarını silerek, bu kimlikler üzerinden yeni sahte diplomalar üretmiştir.

 

Söylem Çatışması: Bir "Devlet Başarısı" mı, "Yapısal Çürüme" mi?

 

Skandalın kamuoyuna yansımasıyla birlikte, olayın niteliğine dair birbiriyle taban tabana zıt iki ana anlatı ortaya çıkmıştır. Bu anlatı çatışması, sadece bir iletişim stratejisi farkı değil, aynı zamanda devletin sağlığına ilişkin temel bir teşhis ayrılığını da yansıtmaktadır.

 

Bir yanda, hükümet yetkilileri tarafından savunulan "devlet başarısı" anlatısı bulunmaktadır. Adalet Bakanı Yılmaz Tunç ve AKP Sözcüsü Ömer Çelik gibi isimler, suç şebekesinin bizzat devlet kurumları tarafından olay kamuoyuna yansımadan yaklaşık bir yıl önce tespit edildiğini ve titiz bir soruşturma yürütüldüğünü vurgulamışlardır. Bu söylem, devleti, kendi içindeki suç unsurlarını proaktif bir şekilde tespit edip temizleyen, uyanık ve kendini düzeltebilen bir mekanizma olarak sunmaktadır. Operasyonlar, "devlet içerisinde sahtecilik yapan şebeke, çete ne varsa söküp atma" kararlılığının bir göstergesi olarak lanse edilmiştir.

 

Diğer yanda ise meslek örgütleri ve muhalefet partileri tarafından dile getirilen "yapısal çürüme" anlatısı yer almaktadır. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB), Türkiye Barolar Birliği (TBB), Türk Psikologlar Derneği gibi kuruluşlar, olayı münferit bir skandal olarak değil, "yapısal bir sorun" olarak tanımlamıştır. Bu anlatı, sorunun kaynağını sorgulamakta ve şebekenin, denetimsizliğin ve liyakatsizliğin hüküm sürdüğü hasta bir sistemin sadece bir belirtisi olduğunu iddia etmektedir. TMMOB'nin "Uluslararası Dublin Üniversitesi" adlı bir diploma değirmeni hakkında 2023 yılında yaptığı şikayetin savcılık tarafından "delil yetersizliği" gerekçesiyle kapatılmış olması, bu yapısal körlük ve ihmal argümanını güçlendiren somut bir delil olarak öne çıkmaktadır.

 

Sosyal Medya ve Dezenformasyon: "400 Sahte Akademisyen" İddiası

 

Skandalın yarattığı kaotik bilgi ortamı, dezenformasyonun yayılması için elverişli bir zemin oluşturdu. Bu süreçteki en dikkat çekici dezenformasyon vakası, "sahte diplomalı 400 akademisyenin üniversitelerde görev yaptığı" iddiası oldu. Bu iddia, sosyal medyada hızla yayılarak kamuoyundaki infiali ve kurumlara yönelik güvensizliği daha da derinleştirdi.

 

Yapılan resmi açıklamalarda, soruşturma kapsamında adli işlem yapılan 220 şüpheli arasında Türkiye'deki üniversitelerde görev yapan hiçbir akademisyenin bulunmadığı belirtildi.

 

YÖK, bu asılsız iddiaların "yükseköğretim kurumlarını ve bilim insanlarını değersizleştirmek" amacıyla ortaya atıldığını savunarak, iddiayı yayan kişi ve kurumlar hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunduğunu açıkladı.

 

Bu olay, dezenformasyonun dinamiklerini anlamak açısından önemli bir vaka sunmaktadır. Skandalın kendisi (e-imza hırsızlığı, sahte diploma üretimi) resmi makamlarca doğrulanmış bir gerçektir. Bu gerçeklik, YÖK gibi kurumlara karşı zaten var olan kamu güvensizliğini pekiştirmiştir. Böylesine yüksek bir güvensizlik ortamında, "400 sahte akademisyen" gibi sansasyonel ve delilsiz bir iddia dahi, halkın önemli bir kesimi için "olası" ve "inanılır" hale gelmiştir. Dolayısıyla, resmi makamların yalanlaması, yalanlamayı yapan kurumun kendi meşruiyeti ve kredibilitesi zaten hasar görmüş olduğu için, beklenen etkiyi yaratmakta zorlanmıştır. Bu durum, sistemsel bir başarısızlığın (orijinal skandal) nasıl bir dezenformasyon sarmalını tetiklediğini ve bunun da kurumsal güveni daha da aşındırarak bir kısır döngü yarattığını göstermektedir.

 

Bölüm 2:

Tarihin Aynasında Sahtekârlık ve Liyakatsizlik: Cumhuriyet ve Osmanlı Mirası

 

Günümüzdeki sahte diploma ve liyakatsizlik krizi, tarihsel köklerinden ve kültürel kodlarından bağımsız anlaşılamaz. Sorunun temelleri, Osmanlı İmparatorluğu'nun idari ve ilmi yapısındaki bozulmalara kadar uzanmaktadır. Bu bölümde "Beşik ulemalığı" olarak bilinen tarihsel yozlaşma pratiğini, bu pratiğin İslam'ın temel adalet ve emanet ilkeleriyle olan çelişkisini ve Cumhuriyet dönemi boyunca benzer sahtecilik vakalarının sürekliliğini inceleyerek günümüzdeki krize tarihsel bir derinlik kazandırmaya çalışacağız.

 

Osmanlı İmparatorluğu'nun duraklama ve gerileme dönemlerinin temel nedenleri arasında, devletin bel kemiğini oluşturan ilmiye sınıfının bozulması merkezi bir yer tutar. Bu bozulmanın en somut ve yıkıcı ifadesi "beşik ulemalığı" sistemidir. Bu terim, alimlerin ve kadıların çocuklarına, henüz beşikteyken veya çok küçük yaşlardayken müderrislik (profesörlük) ve kadılık gibi önemli makamların tahsis edilmesi anlamına geliyordu. Bu uygulama, makamın babadan oğula geçtiği, liyakatin değil, soyun ve mirasın esas alındığı bir sistemdi ve 16. yüzyıldan itibaren giderek yaygınlaşmıştır.

 

Beşik ulemalığının sonuçları devlet ve toplum için felaket olmuştur. En temel sonuç, liyakat ilkesinin tamamen ortadan kalkmasıdır. Makamlar bilgi, yetenek ve tecrübeye göre değil, kan bağına göre dağıtıldığı için, kendini geliştirmeye, rekabete ve çabaya gerek kalmamıştır. Bir zamanlar kaliteli ve donanımlı insanlar yetiştiren medreseler, bu sistem yüzünden büyük zarar görmüştür. Niteliksiz kişilerin hoca olarak atanması, eğitimin kalitesini düşürmüş ve ilmi üretimi durma noktasına getirmiştir. Yetersiz ve ehil olmayan kadıların ve yöneticilerin iş başına gelmesi, adaletin tecellisini engellemiş ve kamu yönetiminde keyfiliğe, rüşvete ve verimsizliğe yol açmıştır. Liyakatsizliğin kurumsallaşması, toplumun her alanında kaliteyi düşürmüş ve devlete olan güveni sarsmıştır. Bu durum, askeriye de dahil olmak üzere diğer kurumların da bozulmasına zemin hazırlamıştır.

 

17. yüzyılın Osmanlı aydınları olan Koçi Bey, Katip Çelebi ve Hezarfen Hüseyin Efendi gibi isimler, padişaha sundukları raporlarda (lâyihalar) bu çürümeyi acı bir dille eleştirmişlerdir. Rüşvetin yaygınlaşmasını, ilme ve alime değer verilmemesini, makamların ehil olmayanlara peşkeş çekilmesini ve ulema sınıfının lüks ve şöhret düşkünlüğünü devletin içine düştüğü bunalımın temel nedenleri olarak göstermişlerdir. Bu tarihsel olgu, liyakat sisteminin bir devletin bekası için ne kadar hayati olduğunu ve bu sistemin çöküşünün nasıl bir zincirleme felakete yol açtığını gösteren acı bir ders niteliğindedir.

 

Beşik ulemalığı ve onun modern versiyonu olan siyasi kayırmacılık, sadece idari bir sorun değil, aynı zamanda İslam'ın temel ahlaki ve hukuki ilkeleriyle derin bir çelişki içindedir. İslam kamu hukuku ve ahlakı, yönetimin temelini "adalet" (adl) ve "emaneti ehline vermek" (liyakat) ilkeleri üzerine inşa eder.

 

Kur'an-ı Kerim'deki Nisa Suresi'nin 58. ayeti bu konuda son derece açıktır: "Şüphesiz Allah, size emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.". Bu ayet, kamu görevinin bir hak değil, ehliyet ve liyakat gerektiren bir "emanet" olduğunu vurgular. Adalet ise sadece mahkemelerde değil, yönetimde, atamalarda ve kaynakların dağıtımında da gözetilmesi gereken mutlak bir ilkedir.

 

Bu ilkesel çelişkinin güncel ve çarpıcı bir örneği, Diyanet Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi İdris Bozkurt'un durumu etrafında yaşanan tartışmalardır. Bozkurt'un, kopya ve torpil gibi gayrimeşru yollarla işe giren bir kişinin kazancının "helal" olabileceği yönündeki "İşe nasıl girdiği ile elde ettiği kazancını farklı tutmamız lazım" şeklindeki kamuoyunda büyük tepki çeken açıklaması, liyakat ve helal kazanç arasındaki ahlaki bağı sorgulatan bir çıkış olmuştur. Bu açıklamanın hemen ardından Bozkurt'un, Mısır'a Din Hizmetleri Müşaviri olarak atanması ve basına yansıyan haberlere göre bu görev için 6 bin dolar civarında bir maaş alacak olması, liyakat ilkesinin bizzat onu savunması beklenen kurumlar ve kişiler nezdinde ne denli aşındığına dair ciddi soru işaretleri doğurmuştur. Bu durum, haksız bir yöntemle elde edilen makamın ve o makamdan doğan kazancın meşruiyetinin, İslam ahlakının temelini oluşturan adalet, emanet ve kul hakkı gibi kavramlar çerçevesinde toplum vicdanında derin bir yara açtığının somut bir göstergesi olarak okunabilir.

 

Günümüzdeki liyakatsizlik sorunu da bu tarihsel ve ilkesel bağlamda değerlendirilebilir. Beşik ulemalığı, liyakat kriterinin yerine "kan bağını" koymuştur. Günümüz Türkiye'sindeki kayırmacılık ise liyakatin yerine "siyasi ve ideolojik sadakati" ikame etmektedir. İlişkinin biçimi (soydan sadakate) değişmiş olsa da, işlevi aynı kalmıştır: objektif, evrensel ve adil olan liyakat kriterini devre dışı bırakarak, sübjektif, partizan ve keyfi bir atama sistemi kurmak. Bu nedenle, bugün yaşanan kriz, Osmanlı'yı çürüten hastalığın yeni bir formda, bir "Neo-Beşik Uleması" olarak yeniden ortaya çıkmasıdır. Günümüzün "çakma uzmanı", dünün "beşik ulemasının" ideolojik ve fonksiyonel mirasçısıdır.

 

Sahte diploma ve liyakatsizlik sorunu, Cumhuriyet tarihinde de farklı biçimlerde ve dönemlerde kendini göstermiş, adeta süreklilik arz eden bir problem olmuştur. 2025 skandalı, bu uzun zincirin sadece en yeni ve teknolojik halkasıdır.

 

2016 yılında Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), sahte diploma ile öğretmenlik yaptığı tespit edilen 71 kişinin görevine son vermiştir. Bu kişilerin, sahte belgeler için 30-40 bin TL gibi ücretler ödediği ortaya çıkmıştır. Bu skandal, Bakanlığı, 1999'dan bu yana yapılan tüm öğretmen atamalarını geriye dönük olarak incelemeye sevk etmiş ve YÖK ile MEB arasında diploma doğrulama sistemlerinin entegrasyonu için protokol çalışmaları başlatılmıştır. Bu olay, sahteciliğin eğitim gibi toplumun temelini oluşturan bir alana dahi ne denli sızabildiğini göstermiştir.

 

Özellikle mühendislik ve mimarlık gibi doğrudan kamu güvenliğini ilgilendiren alanlarda sahtecilik vakaları yıllardır meslek odalarının gündemindedir. TMMOB, bugüne kadar 500'e yakın sahte mühendis ve mimar diploması tespit ettiğini açıklamıştır. Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) ve Mimarlar Odası gibi bağlı odalar, 2010'lu yılların başından itibaren yaptıkları incelemelerde onlarca sahte diploma vakası tespit ederek suç duyurularında bulunmuşlardır. Bu odalar, YÖK'ün denklik belgelerini yeterince incelemeden onaylamasını ve kendi denetim yetkilerinin kısıtlanmasını sahteciliğin yayılmasına zemin hazırlayan yapısal sorunlar olarak görmektedir.

 

Diploma sahteciliği gibi, sürücü belgesi sahteciliği de Türkiye'de güvenlik güçleri tarafından sıkça operasyon düzenlenen bir başka kronik sorundur. Neredeyse her yıl farklı illerde, para karşılığında sahte ehliyet düzenleyen şebekeler çökertilmektedir. Bu şebekeler, sadece basit bir sahtecilik suçu işlemekle kalmamakta, aynı zamanda hiçbir sürüş eğitimi ve yeterliliği olmayan kişilerin trafiğe çıkarak hem kendi hem de toplumun can güvenliğini tehlikeye atmasına neden olmaktadır. 2025'teki kurgusal "Dijital Ahtapot" operasyonunda 108 adet sahte sürücü belgesinin ele geçirilmesi, bu alandaki sahteciliğin de diploma şebekeleri gibi organize yapılar tarafından yürütüldüğünü ve toplumsal güvenlik için ciddi bir tehdit oluşturduğunu göstermektedir.

 

Geçmiş yıllarda, sahte diplomalarla doktorluk, hemşirelik ve hatta avukatlık yapmaya çalışan kişilere yönelik adli soruşturmalar kamuoyuna yansımıştır. Tekirdağ'da sahte doktorluk yapan Ayşe Özkiraz vakası veya 9 yıl boyunca farklı sahte diplomalarla doktorluk ve akademisyenlik yaptığı ortaya çıkan Burak Uysal vakası gibi olaylar, sistemdeki denetim boşluklarının insan hayatı için ne kadar büyük bir tehdit oluşturduğunu göstermiştir. Bu tür vakalar, sahteciliğin sadece bir evrak suçu olmadığını, aynı zamanda halk sağlığını ve adalet sistemini doğrudan tehlikeye atan bir eylem olduğunu kanıtlamaktadır.

 

Bu vakalar, Türkiye'de diploma sahteciliğinin ve liyakatsizliğin kronik bir sorun olduğunu ve devletin denetim mekanizmalarının bu sorunu kökten çözmekte yetersiz kaldığını ortaya koymaktadır.

 

Bölüm 3:

Liyakat, Kayırmacılık ve "İyi Adam" Paradoksu

 

Sahte diploma skandalı ve etrafındaki tartışmalar, Türkiye'nin kamu yönetimi kültüründe birbiriyle çatışan iki temel felsefeyi gün yüzüne çıkarmıştır: Evrensel ve objektif kriterlere dayalı liyakat sistemi ile kişisel ve siyasal ilişkilere dayalı kayırmacılık kültürü.

 

Kamu yönetiminde etkinlik, verimlilik ve adaletin sağlanması, büyük ölçüde benimsenen personel rejimine bağlıdır. Bu bağlamda, liyakat ve kayırmacılık sistemleri, iki zıt kutbu temsil eder.

 

Liyakat Sistemi (Meritokrasi): Kamu görevlerine atama ve yükselmelerde, kişilerin bilgi, beceri, yetenek ve tecrübe gibi objektif ve önceden belirlenmiş yeterlilik kriterlerinin esas alındığı bir sistemdir. Temel amacı, "işe en uygun kişinin" seçilmesini sağlayarak kamusal hizmetlerin kalitesini ve verimliliğini en üst düzeye çıkarmaktır. Liyakat, güvenilir yarışma sınavları, şeffaf değerlendirme süreçleri ve fırsat eşitliği gibi ilkelere dayanır ve her türlü ayrımcılığın ve keyfiliğin panzehiridir.

 

Kayırmacılık Sistemi (Nepotizm/Kronizm): Kamu görevlerine yapılan atamalarda liyakat ilkesinin yerini akrabalık, hemşehrilik, arkadaşlık, siyasi veya ideolojik yandaşlık gibi kişisel ve sübjektif faktörlerin almasıdır. "İltimas" veya "torpil" olarak da bilinen bu sistemin temel amacı, kamusal makamları belirli bir grubun veya partinin çıkarları doğrultusunda kontrol etmek ve sadık kadrolar oluşturmaktır.

 

Türkiye bağlamında kayırmacılık, özellikle "sadakat" kavramıyla iç içe geçmiştir. Yüksek düzeyde siyasi kutuplaşmanın yaşandığı ortamlarda, siyasi liderler için "güven", en önemli kriter haline gelebilir. Bu durumda, teknik olarak ne kadar yetkin olursa olsun, siyaseten "sadık" görülmeyen bir aday riskli kabul edilirken; yetenekleri sınırlı olsa dahi "sadık" bir aday tercih edilebilir. Zamanla bu durum, liyakat sahibi kadroların tasfiye edildiği ve sistemin temel niteliği sadakat olan kişilerle doldurulduğu bir kısır döngüye dönüşür. Sonuç, kamu yararına hizmet etmesi gereken bir bürokrasinin, iktidardaki grubun çıkarlarına hizmet eden bir yapıya dönüşmesi ve kurumsal kapasitenin çürümesidir.

 

Liyakatsiz atamaların yaygınlaştığı toplumlarda, bu durumu meşrulaştırmak için kullanılan tehlikeli bir argüman ortaya çıkar: "İyi adam" yaklaşımı. Bu yaklaşıma göre, bir göreve atanacak kişinin teknik yeterliliği, uzmanlığı veya tecrübesi ikinci plandadır; önemli olan kişinin ahlaken "iyi" (örneğin, dürüst, dindar, iyi niyetli) olmasıdır.

 

Ancak hem akademik analizler hem de tarihsel tecrübe, bu yaklaşımın büyük bir yanılsama olduğunu ve toplumsal maliyetinin çok ağır olduğunu göstermektedir. Etkin ve verimli bir yönetim, sadece iyi niyet değil, aynı zamanda o görevin gerektirdiği özel bilgi ve becerileri de zorunlu kılar. İyi niyetli fakat ehliyetsiz bir kişinin, bir teknoloji üssünün, bir merkez bankasının veya bir afet yönetim kurumunun başına getirilmesi; kaynakların israfına, hizmet kalitesinin düşmesine ve hatta telafisi imkansız felaketlere yol açabilir.

Yorumlar

Haber Arama